Ekrem VANLI
  • 08/03/2014 Son günceleme: 23/07/2014 00:11
  • 6.294

Şükürler olsun bir Ramazan-ı Şerif’i daha idrak etme bahtiyarlığını yaşıyoruz. Ramazan denince hepimizde bambaşka duygular uyanır.

Kimi çok eskilerde kalmış bir hâtıra canlanır gözümüzde… Kimi orucun lütfettiği manevi, derin bir haz… Ramazan ve bereket…

Bütün İslâm dünyasında olduğu gibi, Osmanlı’da da Ramazan ayına çok önem verilirdi. Ramazana bir-iki ay kala, her evde hazırlığın yanında, tatlı bir telaş başlardı.  

Sarayın da Ramazan hassasiyeti noktasında çalışmaları vardı. Şaban ayı itibariyle «Ramazan Tembihnâmeleri» adı altında bir dizi emir yayınlanırdı. Bu tembihnâmelerde, halka ibadetler hususundaki hassasiyetler hatırlatılır, imam ve vaizler câmilerde, bekçiler ve tellallar mahallelerde, işletmeciler tarafından da hanlarda devletin Ramazan tembihleri duyurulurdu.

Aynı zamanda birilerinin Ramazan’ı fırsat bilerek yiyecek fiyatlarını arttırmasına mâni olacak tedbirler alınır, denetlemeler yapılırdı. Yiyeceklerin fiyatı, özellikle unlu mamullerin gramajları ve içlerine nelerin konulacağı devlet tarafından ilan edilir ve emirlere uyulup uyulmadığı sıkı sıkı takip edilirdi.  

Tenbihnâmelerde, sokak ortasında bir şey yenilip içilmemesi de üzerinde önemle durulan konulardandı. Oruç tutmakla mükellef olmayan hâmile kadınlar ile yolcuların da oruç zamanlarında alenen yiyip içmeleri yasaktı.

Ramazan’ın gelişi, bütün bir halk tarafından heyecanla beklenirdi. Rumeli’den Arabistan çöllerine kadar uzanan imparatorlukta, Ramazan’ın geliş günü, şehrin bulunduğu boylama göre değişirdi. Bu yüzden çevresindeki tepelere akşamüstü tırmanıp,  hilâlin ufukta boy göstermesini bekleyenlerin sayısı çoğalırdı. Ne zaman iki şâhit koşarak gelir ve yetkilinin karşısında, ilk hilâli gördüklerini yeminle belgelerse, o akşam Ramazan topları atılırdı.

Topu duyan ev hanımları mutfağa koşar, ilk sahur hazırlıklarına koyulur, sokaklarda bekçi davulları gümbürdemeye başlar, peşlerine takılan her boydan çocuk: “Ramazan geldi, hoş geldi! ” çığlıklarıyla etrafı çınlatırdı.

O günden sonra bir ay tüm okullar, devlet daireleri, çarşılar, güneş tepeye dikilinceye kadar sessiz bir uykuya gömülür, ancak öğle ezanından sonra kıpırdamaya başlardı. Belki de şöyle demeli, eski toplumumuz gece hayatı (ibadetleri dışında) nedir bilmezdi. Normal şartlarda hava karardıktan sonra bütün sokaklardan el ayak çekilir, şehri derin bir sessizlik kuşatırdı.

Bu hayat tarzı, Ramazan hilâli görülür görülmez tersine döner; halk, geceleri sokaklara dökülürdü. Kahvehaneler, dükkânlar, zaman zaman devlet daireleri sahura kadar açık bulundurulur; sokaklar kandil, fener ve fanuslarla aydınlatılır, kandil ve mahyalarla donatılan minareler geceleri bir şehrâyine dönüştürürdü. Böylece on bir ay boyunca son derece yavaş ritimle yaşanan hayat, birden bambaşka bir canlılık ve renklilik kazanırdı.

O günler için, geceyle gündüzün yer değiştirmesi gibi harikulade bir hadiseydi Ramazan… 

Ramazan’ın ilk gecesindeki sahur yemeği çok önemliydi. Çocukların bile bu manevi havadan tat almaları için Ramazan davuluna eşlik eden manilerle tatlı uykularından uyandırılır, sahura kaldırılırdı.

Sahur yemeğinden sonra sabah namazına kadar hatim okunur, sabah ezanı okununca da namazlar kılınıp yatılırdı. Her şey bir yana, orucun dâvetine kulak verilirdi.

Sarayda yapılan huzur derslerini de unutmamak lazım. Padişahın huzurunda yapıldığı için bu ismi almış olan bu dersler, normal zamanlarda haftada iki kez yapılırken Ramazanlarda sekiz defa yapılırdı. Mukarrir ve muhatap efendilere kendilerine mahsus mevkide minberlere otururlardı.

Mukarrir; Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmekle vazifeli müderristir. Derse önce mukarrir efendi başlayarak herhangi bir ayeti tefsir eder, bunun üzerine muhatap efendiler sual sorar, o cevap verir, ders bir münazara şeklini alırdı. Böylece hem ilmen, hem de manen istifade edilirdi.

Ramazanla beraber paylaşma daha bir artar, muhtaçlara daha fazla titizlik gösterilirdi. Hâli vakti yerinde olanlar, muhtaç ve fakirlere Ramazan’dan evvel ihtiyaçlarını karşılardı. Gönlü gani olanlar iftarlık reçelinden kavurmasına kadar yardımda bulunur, muhtaçların gönüllerini alırlardı. 

Fakir, kimsesiz, elden ayaktan düşkün, câmi odalarında yatıp kalkan bekârlara, mahallenin hâli vakti yerinde olanları, önceden aralarında anlaşırlar ve mahalle bekçisini para ile tutarak, bu gibi kimsesizlere her akşam başka bir evden, bir tepsi iftarlıkla bir tas çorba, iki sahan yemek gönderirlerdi. Geceleri sahur yemeğini, davula çıkan bekçi, dönüşte sıra hangi evde ise uğrar, erzakları alır, ertesi gün ise boş kapları getirirdi. 

Osmanlı’nın muhtacı gözetme hususundaki hâline şu hadise ne güzel bir örnektir.

Ramazan günlerinde çoğunlukla kılık kıyafet değiştirmiş zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalara gider; bakkal, manav dükkânlarına girerler, tenha zamanları seçerek sorarlarmış:

“ Zimem defteriniz (mahalle sakinlerine ait veresiye defteri) var mı?”

 Esnaf bu defteri çıkarınca şöyle dermiş;

“-Lütfen baştan, sondan veya ortadan -söyleyenin tercihine göre- şu kadar sahifenin yekûnunu yapınız!” der.

Yekûn kendisine söylenince:

 “-Silin borçlarını… Allah kabul etsin!” der, çeker gidermiş.

Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezmiş. O günkülerin söyleyişi ile «rıza-yı ilâhî, emr-i celîlini îfâ için!»

Ramazan’ın on beşinden sonra tatlı bir hüzün yaşanırdı.

“İki gözüm Ramazan işte geldi geçiyor!” diye kederli kederli söylenirlerdi. Ramazan’ın son gecesi sokaklar ve camiler birden tenhalaşır, insanlar kendilerini tuhaf bir boşluk içinde hissederlerdi. Bayram namazı yoğun bir biçimde yaşanan dinî hayatın bir çeşit hatimesiydi. Aslında yeme-içme ve sevinç günleri olan bayrama hüzünle girilirdi.

Yazarın Yazıları