Ömür hududu ve sınırları yani başı ve sonu belirlenmiş, ne ileri ve nede geri bir adım atılamayan bir süreçtir. Aslolan bu sürecin nasıl yaşandığı, nasıl tüketildiği, neler kazanıldığı ve neler kaybedildiğidir.
Ömür kavramı ile ilgili olarak ilk akla gelen unsurlar vücut sahibi ile birlikte misafirlik kavramlarıdır.
Sahip olduğumuz yada sahip olduğumuzu sandığımız vücut zaten bize ait, yani bizim mülkümüz değildir. Her hangi bir şekilde bizim kazanımımız değildir. Zaten bu dünyaya insan olarak gelişimiz de bizim elimizde olan, bizim emeğimizle olmuş olan bir şey değildir.
İçinde bulunduğumuz bu dünyaya insan olarak gelişimiz, daha doğru bir ifade ile yaradılışımız tamamen bizim malikimiz olan malilül mülkün, maliki hakimin bize olan bir lütfüdür bir ikramıdır. O istese idi biz hiçbir şekilde var olmayabilirdik. Yada bir taş, bir ağaç, bir hayvan olarak bu dünyaya gelmiş olurduk. Kısacası bizi yoktan var eden bir ilahi gücün tasarrufundayız.
O halde vücudu verenin bizden istediği şekilde bu vücudu kullanmak gerekir. Bu da onun koyduğu kurallara göre yaşamaktır. O kurallar ise Kuran-ı Kerim ve Peygamberimiz tarafından ortaya konulmuştur. Buna karşılık insana akıl ve irade, kalp ve tercih imkanları verilmiştir. İşte tam burada insanın yaradılış gayesine uygun davranıp davranmadığı ve vücudunu nasıl tasarruf ettiği meselesi ortaya çıkar. Yani vücudunu sahibi hakikisine teslim etti ise zaten bu dünya imtihanını başarı ile geçmiş demektir..
Nasıl ki, insanın cesedi genç iken latif zarif ve güzel gül goncasına benzer. İhtiyarladığında kuru ve uyuşuk kış çiçeğine benzer… O halde gençlik elde iken vücudumuzu doğru ve emir dairesinde kullanmak gerekir.
Diğer yandan ikinci olarak misafirlik kavramı da insan ömrü içinde ayrı bir yer işgal etmektedir. Her bir insan bu dünyada misafir konumundadır. Ve buradan bir başka yere gidilecek. Misafir olan kimse, beraberinde getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. İçinde bulunduğu yerden menzilden ayrılacak ve yaşadığı şehirden de çıkacak. Ve sonuçta içinde bulunduğumuz fani dünyadan da çıkacak. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalışmak gerekir . bir diğer ifadeyle Vücudunu mucidine feda etmek gerekir.
İçinde bulunduğumuz fani dünyada, hiçbir şey insanın kalbini ona bağlamasının doğru olmadığını gösteriyor. Hele hele insanın başına çeşitli hastalıklar , musibetler geldi ise bu mesele çok daha iyi idrak edilir.
İnsanın kalbi, hangi şeye el atarsa bütün kuvvetiyle o şeye bağlanır. Ve onun hakkında tam manasıyla fena olur. Yani her şeyi ile o mesele ile özdeşleşir. Gecesiyle gündüzüyle o mesele ile yatıp kalkar. Halbuki dünyevi olan her şey bu dünyada kalacaktır. Ve kalbin öyle bir kabiliyeti var ki bütün bir alemi temsil eder, ihata eder. O halde insan kalbini ebedi olana ,ebediyete bağlarsa dünyada da ahrette de o kazanır.
Gelelim işin hastalık ile ilgili yönüne. içinde bulunduğumuz dünyada her şey bizim istediğimiz gibi gitmiyor.
Bazen irademiz dışında durumlarla karşılaşıyoruz. insan bu su misali akıyor. kah oraya, kah buraya savruluyoruz. işte bu halde iken bazen hastalıklar, belalar, musibetlerle muhatap oluyoruz.
Nasıl ki, başlangıçta ifade ettiğimiz gibi bu vücut bize ait değil. emanet olarak verilmiş, hastalıkta emanettir. Onun da sahibi bizi yoktan var edendir. her türlü hastalık cenabı hakkın izni, bilgisi ve rızası dairesindedir. yani hastalığı veren de odur ; buna karşılık şifayı veren de odur.
Meseleye böyle bir bakış açısıyla baktığımız takdirde son derece rahatlarız. Dünya gamından çıkarız, rahatlarız, ferahlarız. ancak bu şu demek değildir; hastalığın karşılığında gerekli olan doktora gitmek, ilaç kullanmak gibi dünyevi tedbirleri almak durumundayız.
Bir diğer ifade şekliyle insan her hastalığın çaresini aramak bulmak için gerekeni yapacak. çaresi olan şeyde acze düşülmeyecek. çaresi yoksa da feveran edilmeyecek. buda bu meselenin tevekkül boyutudur.
Rabbim bizi tevekkül edenlerden eylesin..