Nimet ER
  • 24/11/2016 Son günceleme: 24/11/2016 20:32
  • 7.565

Cam kenarı çocuğuydum ben. Galiba yalnız uyuyabileyim diye anneannemin bulduğu çarelerden biriydi bu...

Kocaman ahşap bir evin ocağı yanan odasında cam kenarı bir somya... Ay görebileceğim bir yerde durur, yıldızlar niyeyse yanıp sönerek göz kırparlardı bana. Sonra bu cam kenarında olma hali uzun bir serüven olup çıktı ömrüme...

Uyumadan yıldızlarla bir türlü bitiremediğim hesabımı uyanınca bulutları çekiştirerek görüyordum. Şimdi ne kadar uzun bakarsam bakayım ne bulutlarda Kocaman bir dünya  gizleniyor ne de yıldızlar uzanıp değebilecekmişim gibi yakında ışıldıyor...

Neyse! 

Ya Güneş'in doğmasıyla çağrılarak uyandırılırdım ya da güneş doğmadan yapılan hazırlığın tıkırtısıyla... Uyanmanın bir nedeni olmadığı günlerdi.

Her hafta cuma günü "ekmek yapma" günüydü neden cuma? Sonraları daha iyi kavradım. Cuma günü pek evden uzaklaşılmaz ağır işler yapılmazdı. O ne özendi öyle! O huysuz ve sadece dünyada kendisi varmış gibi yaşayan adam yani dedem banyosunu olur tertemiz giyinir, kokusunu sürer, kitaplarıyla haşır neşir olur salâ ile evden çıkardı. O zamanlarda iki köy (mahalle) ötedeki camiye cumaya gidilir dönülünce misafirle gelinmemiş ise eğer kıyafet değiştirilir, öğlen yemeği yenilir ve evin etrafındaki işler halledilirdi. Çoğunlukla ahşap oyarak meziyetini icra ederdi.

Şimdilerde olduğu gibi Cuma kutlamaları olmaz, kendiliğinden bir hürmetle yaşanılırdı.

Cuma günlerini bambaşka nedenlerden ben de çok seviyordum. Bir kere anneannemin tamamen bana kaldığı günlerdendi zira.

Hani şimdi çocuklar oyun hamuruyla oynuyorlar ya benim hamurla oynama günümdü. Varın düşünün bir çocuğun keyfini.

Yapılanlar hep aynı olurdu genelde. Hamur zaten yoğrulup mayalanmıştır. Bir yandan ocak yakılır közleninceye kadar, zaten yanan sobanın üzerinde çay demlenir. Kahvaltı hazırlanır, anneannemin klasiği mutlaka nor keşi kızartılır ki o görev şahsımındı; tek yaptığım kızardığını haber vermekti ama olsun yakmadan başında beklemek mis kokusunu içime çekmek büyük işti yani.

Kahvaltı sonrası dedem cuma hazırlığına anneannem tüm hafta yetecek kadar yapacağı bazlamaların hamurunu kontrol eder 'bismillah' der başlardı işe. Köze saç kapanır, yaslıyaç, bisliyaç ve esiran gibi bilumum ekmek yapmak için kullanılan malzeme hazır edilip kocaman odaya hamur bezleri serilir, itinayla bir tekne hamur pazı yapılır, ikinci bir emre kadar kimsecikler dolaşamazdı ortalarda. 

Ben uyanıktım. Tam çınarın karşına ocağın öbür köşesine oturup beklerdim. Yapacaklarım belliydi odun getir denildiğinde omuz silkmeden getirmek ve en az birkaç pazı kadar hamurla türlü türlü kimselerin yemeyeceği ekmekler şekillendirmek. Anneannem rengi dahi değişmiş hamurlarımı hep pişirir en köşeye koyardı, akıbetlerini pek bilmiyorum zira anneannemin mis gibi pamuk bazlamalarının cazibesine dalıp giderdim. 

Niye mi anlattım tüm bunları, söyleyeyim. Geçenlerde bir vesile Beykoz'un köylerinden birinde küçük taş bir fırında annemle ekmek yaptık. Esasında küçük somunlar yapmaya çalıştık desem daha doğru. Onun elinde güç, benim yeterli bilgim ve marifetim olmayınca fırın sahiplerinin de yardımıyla ortaya bir şeyler çıktı ama sadece kokusu için bile değerdi.

Ağaçların henüz budanmış dallarıyla yakılan o küçük taş fırınla yaşadığım birkaç saat beni benden aldı. Hele hamurları fırına verdikten sonra küçük kapaktan yandaki közlerin ışığında pişmelerini seyretmek... Işıl ışıl bir gecede ay parçası kadar güzel görünüyorlardı közün harında. 

İşte o an canlanıverdi zihnimde, benim "türkü kadınımın" hamuruna katık ettiğinin sadece türkülerin olmadığını anladığım o sabah.

Ben hep cama dönük uyur yine cama dönük uyanırdım. Gözlerimi gökyüzüne bakarak açardım; bu hali ayrı seviyordum.

Ve ne kadar erken uyanırsam uyanayım genelde o kocaman bir tekne hamur ne zaman yoğrulur da oracıkta sarıp sarmalanıp konulurdu kaçırırdım. 

O sabah ne kapının açılıp kapanırkenki gıcırtılı sesi, ne odunların tıkırtısı, ne evi saran mis kokular ne de "Güneş doğdu, öğlen oldu yatılır mı nasipsiz nasipsiz" bağırtısı ile uyandım. 

Sadece hamurun şaklama sesine eşlik eden burun çekme sesi. Gözlerimi açtığımda güneşin doğduğunu nerdeyse yükseldiğini hatırlıyorum. Hemen yataktan doğrulup odayı görmeye çalışmıştım. Güneşe baktığım için gözlerim kamaşmış ve ilk defa bundan rahatsız olmuştum zira anneannemi seçinceye kadar saniyeler geçti. Hemen fırlayıp yanına koştum. Soba yanmıyordu soğuktu ki bu pek olmazdı. "Koş yüzünü yıka beynamaz beynamaz dolanma ortalıkta" diye bağırınca doğruca "abdestliğe" koştum. Garipti, bana hep sıcak su döken eller hamurun içindeydi ve benim bunu kaçırmamam gerekiyordu; önemli olan buydu.

Yüzümü yıkayıp yanına çöktüm. Biraz hamura su koymak istedim müsaade etmedi. Tekneye elimi sokmak istedim, hal diliyle kızdı. Üşüdüğümden biraz da hevesim kursağımda kalmışlığından büzüşerek geri çekildim ve onu izlemeye başladım.

Hamuru döver gibi çarpıp duruyordu. Nasıl hırslı yoğuruyordu şimdi bile gözümün önünde.

Bir yandan burnunu çekip dururken entarisinin kolu düştü "gel şunu sıyır Nimetim" dedi. Hemen kolunu geriye doğru kıvırmaya başladım işte o zaman gördüm; birkaç damlanın yanaklarından hamura düşüverdiğini...

Evet biraz gecikmeli de olsa soba yakıldı, her zamanki rutinde kahvaltı da ekmekte yapıldı o gün! Hiçbir şey yokmuş gibi... Yoktu da! 

İnsanın çocukluğuyla arasındaki mesafe açıldıkça yaşadıkları daha bir netleşiyor nedense, ya da bende hep öyle oldu bilemiyorum. Oysa "unutulacak!" ne çok şey vardı...

Şimdi ekmek yapılmayan, bırakın sofralardan Irak tutulan zamanlardayız haliyle. Diyeceğim yok! 

Bilmiyorum, kimselere de karışmıyorum ama bizim soframızda Nimet'in nimeti hep bulunur.

Kişinin dünya ile mesafesi, ilişkisi ne olursa olsun fark etmeyen bir durumdayız.

Zarardan ziyandan, sağlıktan öte bir şeyler var artık düşünülen.

Sanki sağlık bedenin sıhhatinden ibaret ve yiyeceklerine dikkat ederse kişi asla bir sorunla karşılaşmayacakmış gibi kodlanıyor.

Sıfır beden olamasa da kişi fit görünmeli ve bunun tek suçlusu beslenme mesela.

Birçok kilolu insanın karnını doyururken sanki bir çeşit mahcubiyet hissine kapılması sizce nedendir?

Çok farklı taraflardan uzun uzun konuşulabilir bir meselenin sadece bir yönünden bakmanızı istiyorum sizden.

Lütfen düşünün. Hızla yayılan alışkanlıklar var. Evlerde yemek pişmiyor, pişerse de genelde hazır olanın hazır ile karıştırılmasından ibaret. Hazır çorba, köfte vs...

Sebze püreleri ve türlü gıdalar ile özenle büyütülen evlatların hamburger ve pizza ile gelişmesini izliyoruz hep birlikte.

Sofraya oturan ama yemek yemeyen annelerin kalori hesabından fazlası oluyor o sofralarda.

Beğenilmenin şehveti insanları ne hale getiriyor şahit oluyoruz ama bir sofrada rızkı paylaşmanın hayatı paylaşmakla sanıldığının aksine maaş bordrolarından daha çok ilgisi var.

Ve bir statü, kolaycılık, tembellik ya da zevk olarak dışarıda yemeği abartma durumu var ki vahim.

Adını dahi bilmediğimiz garsonlara veya mekan sahiplerine atarlanarak sırf ziyan etmek için "yemek söyleme" çılgınlığı...

Ve onca çeşit menüden ne yiyeceğini seçememe zorluğu...

Şükür, rıza göstermekle orantılıdır öyle dilimizden düşmemesiyle değil. 

Ama alışkanlıkların ve beklentilerin kuşattığı dünyamızda bir çocuk önüne ne konulduysa yemiyor artık, bilakis o belirliyor bilmem anlatabildim mi?

Sürekli sağlıklı olanın peşinde, sağlıksız davranışlar içindeyiz vesselam. Haliyle aile çözülüyor kıymet bilmeme bir bağ kuramamakta kendiliğinden gelişiyor galiba.

Besin zincirinden filan bahsetmiyorum farklı ruhları birbirlerine zincirleyen görünmez halkalarla derdim.

Lütfen sizden ricam anne, baba, evlat hangi konumdaysanız dikkatle düşünmeniz.

Hayatınızı kolaylaştıran onca alet, edevat, makine ve imkana rağmen:

Evladınız dünyanın tüm yemeklerini en lezzetli siz yapıyormuşsunuz gibi hissediyor mu? Veya hissettiriyor mu?

Ya da evinizde yediğiniz bir tabak yemeğin tadını başka hiçbir yerde bulamıyor olabilir misiniz?

Demem o ki; bir kadının ellerinde hazırlanmış her hangi bir yiyecek sadece besin değildir ki! 

Özeni, sevgisi, duaları, hayalleri ve belki gözyaşı da vardır emeğinin yanında... 

Belki de hiçbiri yoktur kim bilir!

LAL:

Bildim! 

İnsan kendine (kalbine) yenildiğinde kazanıyor... En azından kendini...

Yazarın Yazıları