Bilgehan Murat MİNİÇ
  • 12/08/2015 Son günceleme: 12/08/2015 17:17
  • 37.292

Bir Behlül vardı; Behlül-i Dana, Abbasi halifelerinin en mutlusu Harunurreşid'in kardeşi olduğunu söylerlerdi. Deli miydi? Yoksa çok akıllıydı da deli görünmek mi istiyordu? Bunu o zamanda yaşayan ulu din adamları da bilmiyordu, devlet adamları da halkda. Ama bütün insanlar Behlül'ün; o hiç bir şeyi umursamayan, o çevresini unutmuş, katı kalıpların dar çemberlerini parçalamış, belli dünya kurallarının esiri olan yaşama endişelerini hiçe saymış Behlül'ün yaşama tarzına içten içe imreniyorlardı. Behlül gönlünce yaşıyordu, gönlünün hükmünce. Yeryüzü ve gökyüzü nurlu ışıkların en nurlusu olarak Behlül ün gönlündeydi; Allah oradaydı. Ummanlar dolusu sevgi, nehirler boyu saygı ve insanları hoş gören, bugün tolerans dedikleri o engin bakış ve geniş düşünce o mutlu gönüldeydi.

Bir yanda Bağdat'ın - belkide o günkü yeryüzünün- en zengin sarayı. İpek renkler, altın sıcaklıklar, şarapsı düşler içinde dünyaya nizam veren hükümler şaşaası... Dünyevi sohbetler ve bitip tükenmeyen binbir gece masalları. Öte yanda insanların birbirini yiyen çırpınışlarına çevrilen muzdarip gözler, insanlığın yarınından korka korka atan bir yürek. Göze, başa ve yüreğe yön verme çabası içinde huzursuz bir gönül. Akıl, bir yandan kısaca bencillik, dünya zenginliğine dönen akıl... Ve öte yanda gönül; Allah’ın tahtı olan gönül, mal yoksulluğu ama sevgi zenginliği… Çıplak gözle delilik ama gönül gözüyle velilikti bu!

Behlül, böyle bir Behlül idi. Bir gündü; gün, Bağdat ufuklarında, aldatıcı bir zenginliği geceye bırakmaya hazırlanıyordu. Behlül saray bahçesinin kapılarının birinden, Bağdat ufuklarındaki gün ışığı gibi durgun, biraz yorgun sanki o gün ışığı gibi gerçekle düş arasında mütereddit girdi. Az ötede Halife Harunnürreşid'in karısı nedimeleri arasında, dünya zenginliğinin verdiği en büyük gururla ve en göz alıcı debdebe içinde dolaşıyordu. Behlül küçük bir havuzun yanına gitti. Bir avuç toprak alıp havuzun kenarında ki cilalı taşlardan birine oturdu. Bir avuç da su aldı. Toprağı suyla karıp çamur yaptı, yaydı taşın üstüne. Çamura şekiller veriyordu; şekillerin arasına çiçekler yapraklar dikiyordu. Halifenin karısı tam o sırada Behlül'ün yanına geldi. O işine dalmıştı. Gelenlerin farkında değildi. Neden sonra, nedimelerin gülüşmeleri arasında Halifenin hanımı Behlül'e ne yapmakta olduğunu sordu. "Cennet!" dedi Behlül. Yüzünde ve gözlerinde ışıl ışıl bir gülümseme vardı." Cennet yapıyorum..."

"Ne yapacaksın çamurdan cenneti?" dedi halifenin hanımı. Konuşan, gururdu; kadın kılığına girmiş gelip halifeye Sultan Hanım olmuş, kibirdi... Behlül "Satacağım..." dedi. Saf ve çocuksuydu."İsteyene satacağım." "Kaça?" "Bir akçaya."

Ve bir akçaya kadın Behlül'ün cennetini aldı. Akşam halifeye anlattı olanları. Behlül’ün deliliğine gülerek alay ederek sağır bir zenginlik içinde anlattı. Fakat halife ciddiydi,"İstersen bana sat Behlül'den aldığın cenneti. Ne istersen veririm" dedi.

Kadın paha biçilmez bir inci gerdanlık karşılığında, hala havuzun başında duran o çamur cenneti halifeye sattı. Ona göre gülünç bir oyundu bu, gülünç ve karlı bir oyun. Yarın bir tane daha alır ve getirip yine halifeye satardı; böyle anlaştılar.

Ertesi günde aynı yerdeydi Behlül; aynı saatte yine aynı işle uğraşıyordu. Sulatn Hanım, bir akçayı uzatıp cenneti almak istedi. Fakat Behlül vermedi. Şu saray dolusu altın verirsen veririm ancak, dedi. Kadın şaşırdı! Ama dün sen bunun eşini bir akçaya sattın bana. Ayıp... Sana yakışır mı sözünde durmamak? "Behlül, sadece insanlığın mutluluğuna ve iyiliğine açılan gözlerini kadına çevirdi." Doğru..." dedi."Dün bu cennetin eşini sana bir akçaya sattım. Ama sen, elindeki cennetin kıymetini bilmedin ki."

Kalktı. Gönlündeki binlerce cennetle birlikte bahçeden çıktı. Elindeki cennetlerin değerini bilenlere gidiyordu. Ve kadın, Sultan Hanım, kaskatı donup kalmıştı olduğu yerde...

Yazarın Yazıları