Nimet ER
  • 01/01/1970 Son günceleme: 09/08/2012 00:11
  • 12.235

Kına kırmızı olur değil mi? Ama onun ellerinde hiç kırmızı durmazdı. Siyaha çalan bir kızıllıktı; benli, damarlı, nasırlı ellerinde... Çok severdi kınayı, kınalı tırnakları. Bir ibadet sadakati gözetirdi hatta. Hiç kınasız görmedim onu, ta ki bu sene evden habersizce ve bilinçsizce çıkıp gittiğini –kaybolduğunu- duyup soluğu Ankara’da -şükür bulundu ben varana kadar- alınca; dizlerinin dibine oturduğumda ellerini yüzüme sürünceye kadar. O hüzünlü koku, o siyahi kızıllık yoktu! Her şeyi unutturan hastalığı, o kadim alışkanlığını da unutturmuştu işte.

 
Dedim :Niye yapıyorsun böyle? Niye üzüyorsun bizi? Nereye gidecektin be güzellik?
 
“Bahçeler kurumuştur şimdi, bizimki bakamaz doğru düzgün sulamaya gidiyodum köye ama gidemedim, yolu bulamadım”
 
Kaldırımda çantasının üstünde oturmuş vaziyette bulmuşlardı. Gidememişti; artık çok eskilerde kalan bağına-bahçesine...Bu kaçıncı maceramızdı, artık bende unuttum.
 
Sustum, yutkundum yada yutkunamadım. Yanaklarındaki ıslaklığı sildim, alnını sıvazladım, O adamı oradan kovmalıydım.
                                                 
Küçüklüğümden kaynaklı ayak bağı olmaklığımda emanet edilmiştim ona. Sonraları benim her fırsatta ona kaçışlarımla kalınlaştı aramızdaki o tarifsiz bağ. Yetimdi ve yetimdim, öksüzdü de. Doğduğu gün adı olmuşlardandı. Her ramazan bayramı arifesinde doğum gününü kutlardı. Ayları takvimsiz takip etme birikimi olan bu kadınla nerdeyse her ay doğum gününü kutlamışlığım vardır. Önceleri, yani ilkokula başladığımda izah etmeye çalışmıştım, ama sonraları kendime de izah edemez oldum galiba. O, ramazan bayramlarında yaşlanıyordu işte, öyle demişti dedesi...
 
Turnaları okumayı, cemreleri, havayı koklamayı, yağmurda ıslanmayı, -ki ahmak ıslatanın da ıslanmayı ayrı bir seviyorduk- ondan öğrendim. Yağmurdan kaçana gülerdi “kar mısınız eriyceniz?” diye latife bile yapardı. Havanın dilinden toprağın huyundan anlardı.
 
Bir keresinde at üzerinde birbirimize sokulmuş ve ille de türküsünü tutturmuş şekilde en sevdiğimiz yolculuklardan birini yapıyorduk yaylaya doğru. Gittikçe hızlanan bir yağmur başlamıştı, az kalmıştı yolumuz ama Aynalı’yı dehleyip duruyordu hızlı hızlı, susmuştu. 
Ormanda sustuğunuzda aklınızın alamayacağı bir ses cümbüşü başlar ki ben o her biri ayrı bir hikaye fısıldıyormuş gibi gelen kalabalığı dinlemeyi çok severdim en az ananemin türküleri kadar. Şiddetli bir gök gürültüsü ve ardından bir çatırtı koptu, Aynalı şahlandı. Gözlerim kamaşmıştı... acıyan bileğimi tutarak kalktım savrulduğum yerden. Arkamdan sarılan o tanıdık kollarını fark ettiğimde yere oturmuştuk bile. “korkma!sakın korkma Allah esirgedi, ama şu uyuz var ya o öldürecek bizi, hay kara kurtlar yiyesi hay” diye çırpınışını, aslında korkmuşluğunu bastırmaya çalışmasını hiç unutmam. Bir iki metre yanımızdaki dev çam ağacına yıldırım düşmüş; kökü bir insan boyu kadar ortadan yarılmıştı. Çıkan yangın da zaten devam eden yağmurla sönmüştü. Ormanda çok şeyler olur ama orada kalır...
                   
                                                      
 
Düğünleri, tel kırmalı, nakışlı başörtüleri ve boncukları çok severdi. Ceviz ağaçları yeşillendiğinde uç dallarını koparıp koklamayı, çiçekleri, -Bolu’da mezarlara dikilen susam çiçeklerini, evin bahçesinin her köşesine dikmişti mesela- çiçek açan ve kokan her şeyi çok severdi. Lokum ve akide şekeri eksik olmazdı kilerinden ve tahta kutuda bulamaç! şimdilerde kavanoz da eritme çikolataların yerini aldığı o müthiş lezzet...
 
Ekmeği, kıkırdağı, höşmerimi kimse onun ki gibi yapamaz ve tabi cincile böreğini ve çorbasını da. Allah var, elinin lezzetini herkes takdirle karşılardı. Envai çeşit otu bulur buluştur önünüze yemek, kavurma, börek hatta ekmek olarak koyardı.
 
                                                   
 
Aklınıza gelebilecek her cümleye göre bir mani veya türkü repertuarı mevcuttu. Yaşadığı her “hal”de türkülere sığınırdı. Bazen “kaşlarımın üzerinde bir adam oturuyor sanki, gözlerimi kaldıramıyom” derdi. Önceleri dik dik bakardım yüzüne o adamı görmek için. -ve sanırım bu yüzüne dikkatli ve dik bakışlarımdan oluştu o bağ- neredeydi ki adam? Sonraları topluca, tüm can sıkıntıları için, kendini iyi hissetmediğinde kullandığını anladım bu deyimi. Kızdığında burnunda bir damar atardı. Ben o müşfik meşe ağacının kollarına fırlardım.
 
“insan, halden hale girer ama mutlaka insan aslına rücu eder” derdi. Görürdü, anlardı, severdi ve sevilirdi. Bir insan hayatının, görebileceği tüm gitmeleri görmüş biri olarak inadına neşeli ve hüzünlü bir keyif vardı yaşamında. Geride kalmışlığın acısını teslimiyetle birleştirenlerdendi. O hastalık birkaç senedir gelip onu bulana dek sapasağlam bir neşeydi, neşemdi.
 
                                               
 
Bolu’nun bereketli topraklarında aklınıza gelebilecek her yerde göl çıkabilir karşınıza, küçük ufak tefek göller; kaya diplerinden fırlayan pınarlar...göllerle kurduğumuz tarifsiz bağ...bu ilişki bir gün yazılabilirse kitap olacak inşallah!
 
Hüznünü suya akıtırdı. Derdini söylemezdi, derdini yaşardı...
 
Onu birkaç sene önce Beykoz korusuna götürmüştüm, korunun derinliklerinde biraz gezindik. “Bizim oralara ne çok benziyor” demişti. Bize her gelişinde götürüyordum. En son bu sene sonbaharda gittiğimizde tanımadı, sevinmedi, ağaçlara bakmadı uzun uzun. Ördek yavrularını sevmedi, kuşları dinlemedi...İyice anladım o gün, kımıl kımıl kadın gitmişti... Bize kalan sadece bedeniydi... Alzaymır; insanda pek bir şey bırakmıyor.
 
Rabbim bilir tabi ama çok zamanı kalmadı bu dünyada. Genelde insanları tanıyamıyor. Yeni, şimdi telefonda konuştum onunla. “Güzellik” der demez, kendine has vurgusuyla “Nimetim” diye mukabele etti, konuşamadım yine, konuşamadık...
 
Ve bu yazı yazıldı. Niye bilmiyorum ama gittiğinde -ki bende önce gidebilirim, kim bilir- yazamayacağımı çok iyi biliyorum. Çünkü; tüm kayıplarımı babamsızlığımın yanına koymayı iyi bilirim...
Yazarın Yazıları