Nimet ER
  • 23/10/2015 Son günceleme: 23/10/2015 21:11
  • 9.579

"Ey gönül gel düşme gam girdabına Derya- dil ol, ko biraz esip savursun böyle kalmaz rüzgar"

Bu beyt, aldığı yeni görev nedeniyle Piri Reis'in bıraktığı donanmayı Hint Okyanusu'ndan geri getirmek üzere Seydi Ali Reis'e verilmesi ve donanmanın Osmanlı ülkesine ulaş(a)ma(ma)sını anlatan bölümde Osmanlı tarihçisi Solakzade Mehmed Hemdemi'de geçer.

Seydi Ali Reis,yolda Portekiz donanmasına ve nadir görülen Fil tufanına rastlamış... 
Yola düşmek; yola katlanma cesareti ve dirayeti, yoluna çıkanlara da aynı basireti gösterebilmeyi gerektiriyor... Yolun da görevin de namusunu korumak herkesin harcı değil elbet!

Zorlu şartlar ve yollar aşabilmenin çaresidir bu beyt... 
Çalışırken önüme çıktı. Defaatle Okudum! Siz de okuyun istedim.
Kelimelerin, kitapların, hikayelerin, olayların...en nihayet anladım ki herkese söylediği farklı oluyor, belki bu "beyt" oracıkta bana dediklerini size de der, kim bilir...



Kan, kin ve kötülük gölge gibi ışığı kolluyor; görüyoruz! 
Bu dünya çok şey yaşadı, yaşıyor ve yaşayacak. 
Üzerindeki insan da yaşadıklarından beri kalmayacak elbette...

Size coğrafyacı ve teorisyen David Harvey'den bahsetmek isterdim. Mekanın zaman aracılığıyla yok edilmesini epey düşünüp taşınmış biridir. Kültür mirası ile alay edildiği buna karşılık nostaljinin pazarlandığını filan söyler. Getirdiklerinden çok şey öğrendiğimizi ama geride de yas tutacak çok şey bıraktığımızı da söyler bu Marksist düşünür post modernizmden bahsederken. 

Ve fakat artık bir meseleyi etraflıca konuşmayı becerebilmekten çok uzağız. Herkes peşin hükümleri ve "kutsanmış" benliğiyle öyle dolu ki; kimsede kimseye yer kalmıyor ...

"İlim" sahibi olmadan, "fikir" sahibi olan bir toplumu/ topluluğu kocaman,tesiri yüksek bir ses bombası gibi düşünün derim.

Şimdi erdiğimiz günleri birlikte yaşıyoruz... Çağ ne olursa olsun insanlık ekonomik, kültürel ya da politik, hep bildik sorunlarla karşılaşıyor evet ama tüm bunları yeni "insan" ile yaşıyor bu yaşlı dünya ...



Bir şeyi tanımlayabilmemiz için az çok tanımamız gerekir. Hep bildik sorunlarla karşılaşmış insan teki hiç mi tecrübe havuzundan beslenmez diyeceksiniz. Eh! bende öyle diyorum ama mesele şu ki; tecrübe havuzumuz artık sanal! Dili ise "dijital".

Literatürde günümüz insanı ikiye ayrılıyor. "Dijital yerliler" ve "Dijital göçmenler" olarak. 
Doğduğundan beri internet ve teknolojiyle tanışık olanlara "Dijital yerli" deniliyor.
Benim gibi teknolojik değişim ve gelişimler yaşam içerisinde sonradan hayatına dahil olup ona ayak uydurmaya çalışanlara da kısaca "Dijital göçmen" deniliyor.

Şimdi bu durumun psiko-sosyal bir çok etkeni olduğunu tahmin ediyoruzdur herhalde. 
Mesela "sosyal beceri eksikliği" ya da "iletişim becerileri merkezi" kimde nasıl ve ne kadar gelişiyordur. Bunlar insanın yeni donanımlarını da ortaya koyan gerçekler. Kaldı ki; dijital göçmen ve dijital yerliler arasında, beyinde yapısal değişiklikler olduğu kanıtlandı. 



Eee tüm bunları bilip ne yapacağız?. 
Sizi bilmem ama benim bu ülkenin geldiği oyunlara/düştüğü tuzaklara tekrar tekrar düşmeyi becerebilen insanımızın gayret keşliğini anlamaya ihtiyacım var!

Kocaman bir köy yanarken köyün ortasındaki evinin (başka köyde evi yoksa tabii) yanmayacağına nasıl olurda inandırılır bir insan! Ve nasıl olur da husumeti olan komşusunun yakılmasını izler?

Nasıl olur da, "hainlik" akademisyen ya da sözü geçen tayfalar tarafından yapıp edildiğinde "toplumsal bildiri" oluveriyor zihinlerde.
Küstahlık, tepki...
Kötülük, eylem ...
Terör, hak aramak için girişilen çeşitli faaliyetler...
Siyasi parti, kabile...
Kavmiyetçilk, her telden çalsa da, hangi kutuptan gelse de , ırkta değil bir ülküde birleşmenin adı nasıl oldu? 

Tamam ortak bir iyimiz olamadı bizim bir türlü ,ama niye ortak bir "kötümüz" olmasın! 
Bir masumun acısı niye bir başkasına sızı dahi olamıyor?

Tamam yerliler biz göçmenlerin dilini anlamıyor kuşak farkı filan var eyvallah da yerlilerin dilini kullanan göçmenlere ne oldu da bu kadar sapıtıp ne yerlilerin ne de göçmenlerin anlayamayacağı kötücül bir dili bulmayı başardılar. Hem yerlileri hem göçmenleri oynatan bir dil bu...
Kullandıkları dil ile kocaman bir ülkenin ekmeğine kan doğuyorlar... 
Tüm dünyanın akbabalarına yağlı ekmek sunuyorlar?

Yeni insan, aynı oyuncakları modifiye edip oynuyor, insanlığı oyalayan şeyler mutlak!! Herkes ama herkes rolünü iyi oynuyor...
Çarpılmış bir gerçeğin çarptırılmasına gerek yoktur ya hani.
Çarpılmış (eğilmiş) değnekten baston yapmazdı büyükler. Bastonun başını isterlerse özel yöntemlerle eğerlerdi. 

Anlayacağınız yerlilerin dilini kullanan son göçmenler "ortak dili" de yok edip çekilmek istiyor bu dünyadan. Programlamış bir hafıza ile gerçekleşiyor tüm yapıp edilenler. Hep öyleydi, öyle olacak...


Bosna'da tarihi Mostar Köprüsü'nün yıkılışını izletiyorlar hemen yanı başındaki ufak müzede.
Bir iki dakikada olup bitiyor her şey. Ama o kuşatmayı ve zamanı yaşayanlar biliyorlar. 
İlk 1992 de başlayan sonrasında aralıklarla ve sürekli yapılan bombardıman ve saldırılar yıkamamış köprüyü.Ta ki Kasım 1993'e kadar. Onca zaman bombalanmış. 1566'da yapılan taştan bir köprü nasıl günlerce bombardımana dayanır da yıkılmaz? 

Bize bunu anlatan,son nefesini veriyormuş gibi içini çekip "biliyor musunuz? Yine de yıkılmazdı" demişti. Gözümdeki yaş donmuştu adete o konuşurken zira yüreğime batan bir kıymık o gün bugündür dedikleri...

Sırplar köprüyü bir yıl boyunca defaatle hedef alıp yıkmaya çalışmışlar ama nafile yıkılmamış . En son bir şeyi fark etmişler "kilit taşı"... Mimar Hayreddin'in hala duran planları ve kilit taşı... Günlerce kilit taşını hedef almışlar, nihayet kilit taşını düşürdüklerinde son isabeti de almış oluyor tarihi Mostar köprüsü ... üzerindeki Rabbimizin 99 adını simgeleyen 99 kuşağıyla birlikte nehrin sularına gömülmüş...

Biliyor musunuz? Yenilemek için dünyanın önde gelen firmaları uğraşmış hatta biraz gerisine bir prototipi bile yapılmış ama bir türlü köprüyü aynı formunda yapamamışlar. En son Mimar Hayreddin'in planları doğrultusunda bir Türk şirketi nehre gömülen orijinal taşları çıkarttırıp, kilit taşı da yerine yerleştirmek suretiyle köprüyü yeniden inşa edebilmişler.


Bizim "kilit taşımız" dilimiz ... Köprümüz ,tarihimiz ...
Dilden kastım "iletişim", aynı dili kullanmasak bile aynı dine inanan aynı toprağa basan insanların altındaki toprak göçtüğünde hep beraber göçeceğimiz gerçeği o kadar...

Bu dünyada tarih boyunca gördük ki; kendi kendisinden dahi olsa "kurtarılmış" hiçbir ülke artık kendisinin değildir. 


Sizi bilmem ama ne kadar acı ve öfke duysam da zaman zaman çok şükür toparlayıp kendime "kendimi" hatırlatıyorum. 
Bilmiyorum, belki bu sefer düşmeyiz bu tuzağa da,daha da beter oyunları hep birlikte görürüz/karşılarız ...
Ya da basiretini kin bürümüşler yüzünden ülkenin istikrarı, yönetimi yeniden ortaklaşa bölünüp parçalanır da dünya için daha "kullanışlı" bir hal alır belki... 
Kötüler ve vampirler için sıkıntı yok! Onlar kanla beslenip büyümeye devam edecekler...

Şimdi biz "seçmeniz" ya hani! (bir de şöyle düşünün deyip kaçacağım siyasetten lütfen serin olun.)
Seçmen değil "seçileniz" esasında. Bildiğimiz "siyasi partiler" bizi türlü değerlerimizden, hassas noktalarımızdan yakalıyor zaaflarımızı sevip, yaralarımızı kaşıyor "seçmeni" ilan ediyor hepsi bu! 
Yani oy vereceği partiyi seçen çok az insan vardır bana göre. Genelde bir parti kitlesini seçiyor ona göre oynuyor ya da ona itiliyorsunuz.
Seçen olmak için kişisel zaafları bir kenara bırakıp Berrak düşünebilmeye becerebilmeliyiz önce.
Zaten sırf kafamızı toplayıp olanı biteni tefekkür edemeyelim diye kötülük bombardımanına tutuluyoruz ya! 
Tek diyeceğim şu ; kim ne ile beslemeye çalışıyorsa zihninizi ya da ne ile meşgul ediyorlarsa gözlerinizi bilin ki, görmemeniz gereken manzarayı kaçırıp , yutmamız gereken dolmaları sarıyorlar...

Birinin dedikleri ne vakitten beri yaptıklarından önemli oldu bilmiyorum ama artık müktesebatına bakmadan işyerine temizlikçi dahi almayan profesyonellerin ülkeyi yönetecek vekillerin sorumlu olacakları bakanlıkları yönetmeyi başaracak donanımda olup olmadığına da bakabilmek "seçmektir" mesela. 


Her ne olursa olsun birlikte görüp yaşayacağız... 
Şerden emin olamasak da hayırdan muradım var benim inşallah... 
28 Şubat malumunuzdur. Gül gibi dikilip biçilmiş post modern darbe olduğunda da böyle düşünüp böyle davrandık ... Yüzümüzü hayra dönüp kendi değerleriyle yaşamaya devam edip çalışarak/öğrenerek/gelişerek... 
Kendimizi dipfrize sokup dondurarak değil ...

Her şey gelip geçiyor gerçekten! Kalan mahcup olmayacağınız bir hayat olmalı ... Sanığı olmadığınız bir zaman dilimi tanıklık etmeye güç yetirebildiğiniz bir tarih... Soyunuzun hayırla yad edebildiği bir fani...

Ne vakit "bundan daha fazla canım yanar mı?" Diye düşünsem hep daha fazla acıtan bir şey oldu. Bunu bildim bileli yüzümü hayra dönüp etrafımdaki iyiliklere bakıyorum ben! 

Kim demiş, sırf yaprak döktü diye ölür bir ağaç... İlla çiçeklenmeden de Yaşar ağaç dediğin! 
Mevsimi geldiğinde filizleri kuru dallarından dökülen meyveleri oluverir... 

Ben bu yeni "insana" da inanıyorum... Kendi kendine ettiğini başkasının edemediği insan, yine bir yolunu bulup düşmeden "yürümeyi" başaracaktır... Dünyanın sonuna kadar sınanacağız zira...

İnsan ,dersini derdinden almayı bilmeli... 

LAL:

İki bayram geçti ve de iki bahar... Ne bayram yazısı yazabildim, ne de bahar...
Oysa yeşil ırmağın kenarında bir çeşmenin ardına mermerden seccade formu verilerek yol kenarına yapılan açık hava mescidi çarpmıştı beni! Tutulmuştum ...
Zaten yol yazıları da yazamadım epeydir... 
Bazen tutunduğumuza mı tutuluyoruz yoksa 
Tutulduğumuza mı tutunuyoruz karar veremiyorum... 
Zamanla değişiyor; tutulduğun da tutunduğunda... 

Eh öyle evirip çeviriyor ki insanı bazen olaylar, yazdıklarından mahcup olmasa bile yaşadıklarından mahcup oluyor insan! Hayra döndüremediği her şer için suçluyor insan kendini... 

Ama rutin kabir, göl ve tabii Bolu ziyaretlerim var benim. Arada kaçtığım değil, hayatımı aralayıp kaçtığım...

Bazen yaşadıklarım kayıp gidiyormuş gibi geliyor zamanla elimden. Sanki anıları aklımda tutmazsam hazinemden kaçıp gideceklermiş gibi...
İşte yazmak benim için hep bu işi gördü esasında... Her yazdığımı yayınlamak gibi bir lüksüm de cesaretim de yok! Ama yazmak bazen kendime dipnot, hayata şerh düşmek gibi... 
Neyse...




Zamanın Kızları 

Ananemin iki ahretliği var, yaşıyorlar. Yaşlı ve yorgun bedenleri hafif arızalı ruhlarıyla bekliyorlar... Onlar evlatlarını şehre gönderip ,köydeki evin son kalanı olduktan sonra,gidip büyüttüklerinin yıllarca yanlarında kalıp şimdi emekli olmuş evlatlarıyla sadece yazları da olsa yeniden köye (eve) dönüp çocuklar gibi şen olabiliyorlar; görmelisiniz! 

Kabristan köyün girişinde yol üzeri... Önce oraya uğranıp "türkü kadın" ve diğerleri ziyaret edilir... Sonrası Allah-u âlem ...

Birkaç yıldır Ramazan yazlara geldiği için bizimkiler köyde oluyor. Bir gün bizim köyün "oruç açmalarını"yazmak isterim nasipse. Nasıl yalnız ama birlikte hareket edilir, en azından anlatmak dilerim size.

Köyün neredeyse çoğu zaman imamın namazı yalnız kıldığı bir camisi var. Hep birlikte yaptık. Caminin bir köy odası bir de çay ocağı var. Cenazelerde filan toplu yemek ve barınma imkanı veriyor bayılıyorum oraya. Neyse bizim imam eşi ve iki evladıyla yaşıyor köyde. Çocuklarını devlet servisle merkeze götürüyor eğitim için. Bol zamanları var veletlerin şehir gibi değil.

Hasılı İmam bu Ramazan köydekileri topluca iftara devlet etmiş. anneannemin ahretlikleri de tabii davetin en ağır misafirleri. Ne olduysa o gün olmuş. Her ikisinin de kronik rahatsızlıkları var nerdeyse günlük bir avuç ilaç içiyorlar. Dolayısıyla oruç tutmaları imkansız halde. 

Tam iftar vakti ; sofra etrafında beklemek sevap ve adettir bizde. Hepsi oturmuşlar sofraya davet sahibi imam ezanı okuyacak ve yemeklerine başlayacaklar. Bizim ahretliklerin gündüz ilaçlarını almadan önce beslenmesi gerekiyor evlatları ihtiyaçlarını gideriyorlar. Evlatlarıyla aralarında en fazla 20 yaş filan vardır bu arada. Hepsi salkım hanımın akranı.

Sofrada yan yana oturmuşlar. Ezan bekleniyor, birden gençliğinde zarif ve fazlasıyla ince düşünceli olan, sarımsak koktuğunu söylüyor diğerine. O, tansiyon hastası iyi gelir diye sarımsağı günlük tüketiyor zaten de bunu oracıkta oruç tutmadığını faaş etme çabası gibi görüp alınıyor gençliğinde fazlaca doğru sözlü ve katı olan... Etrafındakiler evlatları zaten ama olsundu işte! Ramazan da oruç tutmamayı kendilerine yediremediklerinden hiç dışarıda tutmuyormuş gibi davranmıyorlar, oruca edepleri böyle yıllardır. 

Neyse bunlar birbirlerine küsmüşler o gece. Ben gittiğimde hala küs,birbirleriyle konuşmuyor ve bayram yaklaşıyordu. Her ikisini ayrı ayrı dinledim . Biri "ben ona bir şey demedim " diye tutturuyor diğeri "beni rezil etmek istedi" diye... Ama bu iki ahretliklerin gençliklerinde ne kadar tartışsalar da birbirlerine küsmezdi. Çok tartışır ama hiç kavga etmezdiler ki! 

Husumetleri çözer, dargınları üç gün geçmeden barıştırırlardı ...
Zaman, insanı nasıl da yorup yoğuruyor... İçlerinde en inatçı ananemdi hatta.

Biri diğerinden daha rahat yürüyor çok şükür, zorla güç bela çayıra çıktılar birinin kızı bize çay yaptı. Ortada buluştuk. Bana dayanamazlar, eh sadece ananemin değil, onlarında eteklerinin dibindeydim nerdeyse kendi torunlarından çok beni görürlerdi. Bende onları tabii. Nelerini bilmiyorum ki? Onların dahi unuttuğu ne çok şey! 
Nasıl olduğunu anlamadan konuşmaya başladılar... Derin ve uzun dostluklar öyledir. Barışma ayini gereksiz, özür dilemek yersizdir. Zaten yoktur ki onların lügatinde böyle şeyler. Kendiliğinden çözülen sorunlara eklenir gider küslükleri...

Kurban bayramı öncesinde gittim yine. Önce çocukluğumun gezme mevkisi ilk kabir sonra bizim köy... Türkü kadın ve diğerleri... Köye girdiğimde ikisi de oturmuş laflıyorlardı. Onlara en sevdikleri şeyleri götürüyorum az da olsa. Her seferinde kurumuş elleriyle çayı bizde içelim diye çekiştirirken onlar, ben nerelere gidip geliyorum hiç bilmiyorlar... 
Birlikte yün eğirdikleri geceler, Mısır koçanlarını eğleşerek bağlayışları, akşam olunca birbirlerine kaçıp, bitmez tükenmez laflamaları... 

Şayet bizdeysek cin gibi oturdum onlarla eğer diğerlerinden birine gittiysek hep uyuma numarası yapardım. Zira ananem biraz daha uyusun diye erken kalkmazdı akşam oturmasından, gecenin bir yarısı avludan süzülerek girerdik eve... 

Onların çocuklaşmış, kırılgan hallerini görmek bazen acıtsa da her defasında yeniden büyüyüp geliyorum yanlarından... Kokuları hala taze... Feri kaçmış ikindiler gibi birlikte meşk etmek güzel... 

Muhabbetleri, her seferinde beni oyalandığım şu dünyaya sıkıca bağlayıp gidiyor...

Yazarın Yazıları