Nimet ER
  • 01/01/1970 Son günceleme: 18/01/2013 23:11
  • 113.442

İnsanların kendileriyle dost ol(a)madığı bir dönemde yaşıyoruz. Gerçek değerler, bir kargaşanın içinde savrulup gidiyor. Öze duyulan açlık hiçbir zaman bu kadar derinden hissedilmemişti belki de. Bunun için değil midir ki gözlerimiz yolda bize kendimizi anlatacak yolcuyu bekliyoruz?

İçimizde yaşayan o yitik dünyaya bir girebilseydik. Sakıt olduğunu zannettiğimiz ne çok şey olduğunu bir görebilseydik...
 
                                                     
 
Neredeyse yaşanılan iki çeşit “hayat” var bu “çağdaş” dünyada.
Ya “işgal edilmiş” ya da “ihmal edilmiş” hayatlar.
 
“İşgal edilmiş” her bir tarafından ayrı yönlere çekiştirilmiş gibi gergin; “ihmal edilmiş” ise bir yerlerde unutulmuş gibi öfkeli...
 
“İşgal edilmişler” savaşmaktan, anlatmaktan, kontrol edilmekten ve bir büyük “ben”in tahakkümünden bezmiş, yorgun; “ihmal edilmişler” ise inadına janjanlı, inadına ikinci el hayatların müdavimi, çaresiz...
 
Gerçek şu ki; ikisinin de hayatta olmaklığı “yaşadıkları” anlamına gelmiyor esasında. Penceresi açık unutulmuş metruk bir ev gibi hüzünlü duruşları çarpıyor göze.
 
Sorum şu: “işgal” ne zaman başladı? “ihmal” ne zaman bitecek? Dahası birinin bitişi öbürünü başlatıyor olması olma ihtimali.
 
                                                      
 
Şeyh Sadi’nin “ Tek damla kan ve binlerce kaygı” diye tarif ettiği yaratık “insan”dır.
 
Dünyada yalnız büyük tasaları bulunan, ruhu binbir şüpheyle kaynayan “üstün insanlar” yok ya!
Basit düşünceleri olan, taşıdığı tek etiket “insan”olanlarda var. Öyle ya da böyle dünyada öksüz kalmıştır ikisi de...
 
İnsanı doğumla-ölüm arasına sıkıştırarak, üretimi kutsallaştırıp hayatı angaryalaştırdılar ya! İnsan, bu çemberi kıracak bir çözüm bulamazsa “binlerce kaygısı” olan bir android olmaktan kurtulamayacak korkarım.
                                                         
 
Seçkin acıların ve mutlulukların yaşandığı şu gündemi değerlendirecek engin bilgi ve tecrübelere dayalı cümlelerim yok, hoş; zaten onlardan yeterince var piyasada; saçıldığı yerlerde tohumları biten.
Ama şöyle bir hatırlatmam var naçizane:
 
Aidiyet duygusu “sorumluluğu” doğurur. Aidiyet duygusunun içinden alındığı “sorumluluk” yazık ki “zorunluluk”olur. Zorunluluk olduğunda ise hissedeceğimiz “mecbur bırakılma” duygusudur.
Baş edebilir miyiz? Bilmiyorum. Lakin tüm sorumluluklarımızın kökenine bir inebilsek...
 
Ve tahammül... İşte o, sabırdan oldukça farklıdır. Tahammül –hamal- dan gelir. Yani tahammül ettiğiniz şey aslında taşıdığınız yüktür. Sabır ise tercih etmek demektir. Yani sabredenler tahammül etmeyi değil, sabretmeyi tercih etmiştir. İrade vardır burada.
 
Tahammül edenler “tahammül ettiklerini” taşıyamaz olduklarında patlarlar mesela. En azından atılan bir ses bombası gibi havaya dağılır öfkeleri. Sabredenler ise ya selamete ererler (ki Yaradan’ın müjdesidir). Ya da bir umut hep beklerler, ta ki ömürleri nihayete erene kadar. Allah’ta kıyamete kadar sabredeceğini bildirmiyor mu zahir!
 
Şimdi tüm meseleleri önümüze koyup düşünelim, “tahammül” mü yoksa “sabır” mı seçtiğimiz?
Hissettiğimiz “sorumluluk” mu, “zorunluluk” mu?
 
Ne dersiniz? Neyin tezahürü bu bulantılar / bunaltılar?
Yazarın Yazıları