Ufaklığımda bayram gezmeleri gibiydi kabir ziyaretlerimiz. Sonraları (büyüdükçe yani) kızgınlığa sırasıyla kırgınlığa, hikmete ve rızaya dönüştü şükür!
Toprağın üstünde olduğu kadar altında da kıymetlisi bulunanlar, yaşayanlarla olduğu kadar yaşamayanlarla da dertleşenlerdir az çok.
Kabir sayısıyla orantılı artan kabir ziyaretlerimi anlatmayacağım serin olun. Birkaç gün önce (Allah ona rahmet etsin) devrik çınarım; benim türkü kadının kabri başında dualarımızı mırıldanırken aklıma, yok yok! gözümün önüne geliverdi birden o çoktan unutup gittiğim yaşanmışlık...
Anneannem üzerine güneşi doğdurmayan, güneş doğana kadar da hamur mayalayıp çörek yapmak gibi bir çok işini hâlledip; güneş doğduktan sonra da evde hala yatan varsa "öğlen oldu daha kalkmadı nasipsizler" diye feveranı basan bir kadındı. Eh güneşle birlikte doğmayı öğrenmiştik haliyle.
"Rızıklar sabah dağıtılır" deyip yaptığı takırtıyla ya da namazdan sonra sesli okuduğu "Amanerrasulü " suresiyle uyandırmayı, çağırarak uyandırmaktan şefkatli gören annemi de unutmamalı tabii.
Ki kendiliğinden olan her şey gibi, kendiliğinden uyanmamız da daha bir güzeldi sanki!
Günümüzde makineleri çalıştırarak yaptığımız işleri daha onlar öğle olmadan bitirirlerdi mesela. Ondan olacak ki, ikindi; durmanın, dinlenmenin, soluklanmanın vaktiydi. Yani benim vaktimdi. Düşünüyorum da; ben onu esir aldığımı zannederken o beni yesir ediyormuş! Anneannem hep bir şeyler bulurdu beni oyalayacak.
Gün dönüyordu, güneşin hüzmeleri oturduğumuz harmana vuruyordu. Merakla yine başında dikiliyordum. Hep nasırlı ve kınalı olan elleriyle, bıçakla bir ağaç parçası yontuyordu sakin sakin. En çok bu muzip çocukları andıran tavrını seviyordum; altın dişini gösteren bir gülümseme ve esrarlı "bekle, gör" halleri...
İşi bittiğinde kalktı, entarisini silkeleyip kabak tarlasına kadar yürüdük (ne çok şey sorduğumu Allah bilir) . Buraya sadece bal kabağı ve arasına az mısır ekerdi. Tarlanın kenarına oturdu ve elime ucunu yonttuğu küçük ağaç parçasını verip "gayri yazıyon" deyip elimdeki ağaç kalemle seçtiğim daha yumruktan biraz büyük olan kabaklara tüm çocuklarının ismini yazmamı söyledi. Heyecanla annem hariç hepsi için bir kabak seçtim ve gayet yavaş ve beceriksizce isimlerini yazdım. Anneme, yani bize biraz büyük gördüğümü seçip yazmıştım en son. Sabırla bekledi. En son kendim için de bir kabak seçmemi ve ismimi yazmamı istedi. Uzun süre kendime kabak seçemediğimi ve onun ara sıra taciz etse de sabırla beklediğini hatırlıyorum.
İşim bittiğinde hala sonradan bir çeşit silaha dönüştürdüğüm kalemle kabakları oymanın peşindeydim ki kabak bağları gayet narin olduğundan pek girmeme izin verilmeyen mekanın tadını çıkartırken tarlanın kenarına aslında yamacına çağırarak eğlenceme son vermişti.
Onun insanların karşısına değil de yanına oturmak gibi bir güzel hasleti vardı. (bunu da sonraları fark ettim) .
Beni yanına oturtup bir eliyle sırtımdan kucaklayıp, diğer eliyle de kabakları işaret ederek:
Kabaklar büyürken, yazdığım isimlerin de büyüyeceğini ve hasat zamanı geldiğinde ise kimin ismi yazıyorsa o kabağın onun kısmeti olacağını anlatmıştı.
Zaten ekip büyüttüklerini çocuklarına veriyordu vermesine de bu sefer ben seçmiştim; mutluluktu, şımarmaktı, yaşasındı...
O günden sonra bal kabakları şahsi gözetimimde büyüdü diyebiliriz rahatlıkla. Gerçekten de gün gün kabaklar büyüdü. Kocaman yapraklarının arasından göremediğimden gizlice bahçeye girip hep aynı yerlere basarak iz yaptığım yerlerden gözlemliyordum onları. İsimlerle birlikte nasırlaşarak büyüyordu. Hani ağaçlara isim kazınır ve yıllar sonra kaybolmaz ama pek var da olmaz ya, neredeyse sadece hadiseye şahit olanların çözebildiği bir hiyeroglif gibi olur. Öyleydi benim eserlerde.
Vakti geldiğinde önce "seçilmişler” toplandı tabii. Gayet renkli bir dağıtım töreni olduğunu tahmin edersiniz. Büyük dayımınkinin fazlaca yamuk şekilde büyüdüğünü kendim için pek uğraşıp seçtiğimin ise en küçük olanı olduğunu anımsıyorum.
Ben oyun oynadığımı zannederken anneannem bana; sabrı, beklemeyi , nasibi, rızkı, tevekkülü, kanaati, kabullenmeyi, paylaşmayı, vermeyi, seçmeyi öğretmişti.
Hepsini bir çok şey gibi sonradan fark ettim tabii, tıpkı güneşin doğuşuna da batışına da hürmeti ve daha bir çok şeyi ondan öğrendiğimi çok sonraları fark ettiğim gibi.
Kabrinin karşısındaki dağlara vuran ikindi güneşi esen rüzgarı ısıtmaya yetmediği gibi cümlelerim de yetmeyecek size anlatmak istediklerime, biliyorum!
O ve eşi sadece üç yıl okula gitmişlerdi. Evet dedem kütüphanesinde bulunan sayılı kitabı ömrü boyunca hep okudu ama anneannem takvim yaprağından fazlasını okumazdı.
Evet, kura hafız bir evlat yetiştirdi ama Kur'an okumayı bilmezdi. Fakat ezberindekiler ile hastaya şifa veren bir nefesi maharetli ve lokman elleri vardı...
Öğretmezdi, yaşardı; sade ve sadece...
Buraya kadar sabredip okudu iseniz, siz de arkanıza yaslanıp düşünün lütfen. Bizi biz yapan nedir? ne değildir?
Tüm şikayetlerimizi toplayıp uzaktan baksak, ne görürüz?
Çileyle doldurulmuş hayatların bu dünyadan rıza ile göçmeleri nasıl açıklanabilir ki?
Başkalarının bakışlarına göre şekillenme mecburiyeti neyi aldı bizden?
Yapılandırılmamış aile ilişkileri daha mı iyiydi?
Bir insanın aklının kalbine yakalanması ile kalbinin aklına yakalanması arasında bir fark yok mu?
Allah "biz dağlara sekine indirdik" buyuruyor /yüksek, çok yüksek beton azametleri dikmek için koskoca dağları yok etmedik mi?
Şimdi huzur arıyoruz hani huzursuz bir şekilde aradığımız. İnsan huzuru aramakla bulamazdı / Huzuru bulduğu yerde arardı oysa...
Çok eğitimli / İyi eğitimli insanların ( zır cahillerin) cümleleriyle diplomalarını gözlerimizin önünde parçaladığını görüp hala iyi bir eğitimin çocuklarımızı kurtarabileceğini düşüneniniz var mı?
Ki bizim oralarda cahil, okumamışa denmez / nasıl davranacağını bilmeyene, hata edip af dilemeyene denir. Bilenler bilir!
Bu çok uzamış söz için bağışlayın güzel okuyucu... Edepsizlikle, edep arayanların içinde pek eğitimsiz büyüklerime, pek iyi şartlarda almadığım eğitimime sığınmış kabul edin...
Çizilen kalıplara sığamamaklığımız yoruyor...
Ve belki de dinlenmek için yoruluyor insan ha, ne dersiniz?
Anneannem dinlenirken başucunda aklımdan geçenlerdi bunlar.
LAL:
Dikkat edin:
Yakından baktığınız bir kalbin içine düşebilirsiniz...