Ekrem TUNCER
  • 24/04/2021 Son günceleme: 24/04/2021 17:12
  • 4.165

Ülkemizde çok partili siyasi hayata geçilmesiyle birlikte daha önceleri demokratik unsur ve teamüller ile çok yakın bir ilişki içinde bulunmayan milletimiz, yeni bir yolculuğa çıkmıştı. Aradan geçen 75 yıl boyunca tüm dünya üzerindeki demokratikleşme süreçleri tek bir kitapta toplanmış olsaydı herhalde en fazla sayfayı ülkemiz işgal ederdi. Demokratikleşme süreci içinde yaşanan aksiyon ve çalkantılar bakımından liderliği kimseye bırakmazdık. Öyle ki demokrasi tarihimiz; darbeler, muhtıralar, uygulanan farklı seçim sistemleri, anayasalar, referandumlar, post-modern darbeler, farklı hükümet ve yönetim modelleri vb. gibi oldukça renkli bir seyir defterine sahip. Demokrasi yolculuğunda oldukça fazla yara alan ve sürekli pansuman yapmak durumunda kalan ülkemizin sahip olduğu iki stratejik özelliği var ki işte her şeye rağmen yeniden toparlanmamıza imkân sağlamıştır. Bu özellikler; yönetim şeklinden bağımsız bir şekilde sahip olduğumuz 1000 yıllık kadim devlet geleneğimiz ve dış kaynaklı saldırılarda milletimizin milli menfaatler etrafında kenetlenme noktasındaki üstün erdemidir. Buraya kadar işaret ettiğimiz gibi oldukça engebeli bir demokrasi yolculuğundan bugünlere gelen milletimizin bilhassa 28 Şubat süreci ile başlayan zaman dilimi içerisinde iç politikada yaşanan sancıları daha da yoğun ve sık bir şekilde hissettiğini söyleyebiliriz. Hatta bu durumun sosyal medyada özellikle bahsi geçen yıllar içinde doğup büyüyen gençler arasında sık sık hicvedilerek “görmediğimiz daha ne kaldı?” şeklinde dile getirildiğine şahit olmaktayız.


Çalkantılarla dolu demokrasi geçmişimiz toplumumuz üzerinde de haliyle oldukça yoğun ve ağır bir psikolojik miras bırakmış durumda. Toplum olarak tabiri caizse havadan nem kapmaya hazır bir ruh hali içerisindeyiz ve maalesef geçmiş tecrübeler gösteriyor ki çok da haksız değiliz aslında. Öyle ki, 4 Nisan gecesi 104 emekli amiral tarafından deklare edilen bildiri de toplumun tüm katmanları tarafından farklı tonlarda da olsa gündemi tümüyle teslim alacak düzeyde bir reaksiyona sebebiyet verdi. Temelde, 104 amiralin imzasının bulunduğu bildirinin iki ağırlık merkezi vardı. İlki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ihale aşamasına geldiğini açıkladığı Kanal İstanbul bağlamında Montrö Sözleşmesi’nin mutlak surette korunması endişesi. İkincil olarak da, geçtiğimiz günlerde bir tuğ amiralin askeri üniformanın üzerinde sarık ve cübbeyle görüntülendiği fotoğraflarının sosyal medyada yayınlanması.

Bu aşamada öncelikle, Montrö Boğazlar Sözleşmesi kapsamında konuyu ele almak istiyorum.

Montrö Sözleşmesi ile ilgili genel ve objektif doneleri kısaca hatırlatmakta fayda görüyorum. Birinci Dünya Savaşı bitince galip devletler; İngiltere, Fransa ve İtalya 13 Kasım 1918’de İstanbul’u işgal ettiler. Bu işgal, Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’na kadar 4 buçuk yıl sürdü. Boğazların durumu diplomatik çabalara karşın Lozan’da tam çözüme kavuşamadı. Lozan’dan 13 yıl sonra 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin boğazlara egemen olduğunu söyleyebiliriz. Sözleşme kapsamında milli menfaatlerimiz açısından sonuç itibarı ile Türkiye; İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinde denetim hakkına kavuşarak kazançlı çıkmıştır. Sözleşme savaş gemilerinin boğazlardan geçişini düzenlemekle birlikte, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere ait savaş gemilerinin geçişini sınırlamaktadır. Bu sözleşme ile Boğazlar kayıtsız-şartsız Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakılmış ve Türkiye boğazlarda istediği askeri “tahkimatı” yapmak hakkına sahip olmuştur. Sözleşmenin en önemli maddelerinden birisi, “Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemileri bu denizde 21 günden fazla kalamaz” yargısını içeren maddedir. Bu madde ile sözleşme ülkemizin haklarının teminat altına alınmasının yanı sıra Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin de ulusal güvenlikleri ile ilgili büyük bir önem kazanmıştır. Buradan hareketle bölge devletlerinin sınır güvenliklerini çeşitli sebeplerle tehdit eden veya tehdit etmek isteyen ülkeler adına sözleşmenin büyük bir engel teşkil ettiği, bölgede huzur ve istikrarın tesisi açısından sözleşmenin önemli olduğu tahlilini yapmak oldukça hakkaniyetli bir yaklaşım olacaktır.

Montrö Sözleşmesi ile ilgili kısa hatırlatmaların akabinde, sözleşmenin 104 emekli generalin yayınladığı bir bildiri ile demokrasi tarihimize yeni bir kriz daha kazandıran 4 Nisan gecesi ile ilgili kısmını irdeleyelim. Montrö Sözleşmesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan henüz başbakanken 2014 yerel seçimleri öncesi ‘‘çılgın proje’’ olarak Kanal İstanbul’u sunmasıyla uzun yıllar sonra yeniden gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 23 Aralık 2019’da yaptığı konuşmada ‘‘Her şeyden önce Montrö Antlaşması Türkiye’ye ne kazandırmıştır, ne kaybettirmiştir bunu hiç düşündünüz mü? Bunların hepsini anlatacağız’’ sözleriyle 1936 yılında imzalanan sözleşmenin Türkiye’nin lehine olmadığını ima ederken 5 Ocak 2021’de CNN Türk özel yayınında ‘‘Montrö'yü hiç kafaya takmayın ya. Montrö sadece Boğaz'ı bağlar. Kanal İstanbul, Montrö kapsamında değildir’’ yorumunda bulundu. 2 yıl arayla aynı kişi tarafından ifade edilen bu iki farklı görüşün aslında toplumun farklı kutuplarının konuyla ilgili yaklaşım farklarının yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Sn. Cumhurbaşkanımız 5 Nisan 2021’de yaptığı açıklamada ise ‘‘Montrö dönemin şartlarında kazanımdır, bağlılığımızı sürdürüyoruz. Kanal İstanbul ile Montrö arasında kurulan bağ da temelden yanlıştır. Türkiye İstanbul Boğazı'ndaki ağır deniz yükünü Kanal İstanbul'la hafifletirken tamamen kendi egemenliğindeki alternatife kavuşmuş olacaktır. Şu anda İstanbul Boğazı'nda egemen miyiz? Maalesef. Bir başka ifade ile Kanal İstanbul Boğaz'daki egemenlik haklarımızı güçlendirecektir’’ dedi. Bu ifadeler ile aslında Erdoğan, söylemini merkez bir noktaya çekerek aslında Kanal İstanbul ile Montrö’nün birbiri ile doğrudan bağdaştırılmaması gerektiğini işaret ederek, Montrö Sözleşmesi’nin de Kanal İstanbul Projesi’nin de kendi dönemleri içinde milli menfaatlerimiz için faydalarına vurgu yapmıştır.

Aslında emekli Amirallerin ve bildirinin masum olduğunu iddia edenlerin itiraz noktaları Mart ayının son haftasında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Türkiye’nin “İstanbul Sözleşmesi” adı verilen sözleşmeden ayrılması ile başlayan bir süreçten beslenmekte. Anayasa’nın 96. Maddesine göre, Uluslararası sözleşmeler, Meclis’in kararı ile onaylanır ve yürürlük kazanır. Uluslararası bir antlaşmanın feshedilmesi ya da o antlaşmadan ayrılmak için de Meclis’in kararı gerekmektedir. Bunun üstüne bir de Meclis Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şentop bir TV programında “O zaman Lozan’dan ve Montrö’den de çıkılabilir mi” şeklindeki soru üzerine “Teknik olarak yapılabilir” diye yanıt verdi. İşte bam teli tam da burada! Amirallerin temel itiraz noktası, hukuki açıdan uluslararası sözleşmelerden çıkış usulleri ile ilgili görüşlere dayanmaktadır. Gündemde sıcaklığını koruyan Montrö’den de benzer bir yöntem ile çıkılacağı yönündeki endişe bu yarayı kaşıyanların sayısını artırmış oldu.

İkinci olarak da, geçtiğimiz günlerde bir Tuğ Amiral’in askeri üniformanın üzerinde sarık ve cübbeyle görüntülendiği fotoğraflarının sosyal medyada yayınlanması, TSK içindeki iflah olmaz bir ceberrut reflekse sahip olan “laikçi” damarın yeniden kabarmasına sebep oldu. Efendiler, öncelikle bu bir hükümet refleksi ya da insiyatifinin sonucu değil tamamen bireysel bir tercih ve sonuçtur. İkincisi de İslam’a ve dini sembollere olan kininizi her seferinde farklı enstrümanlar ile kusma girişimleriniz kabak tadı verdi. Şunun artık farkına varmanız gerekir ki, o şişen damarınız bu sığ haliyle temsil edildiği sürece her geçen gün toplumda biraz daha yalnızlaşarak marjinalleşecektir! Mamafih, kifayetsiz bir kaynaktan beslenmek suretiyle, koskoca ülkenin sinir merkezleri ile alakalı/alakasız oynayarak ortaya koyduğunuz müzmin hastalıklı tutumunuz bugüne kadar bu ülkeye iğne ucu kadar bir fayda sağlamadı ve sağlamayacak!

Gelgelelim, toplum her eline silah alanın darbe girişiminde bulunabileceği psikozunu henüz atlatamamışken; bir de her eline kalem alanın darbe yapabileceği ile ilgili bir bunalıma sokulmaya çalışılmaktadır. Zira, bu “işgüzar” 104 emekli amiralin yayınladığı bildirinin gereğinden fazlaca gündemde tutulduğunu düşünüyorum. Böyle kifayetsiz birkaç satıra önem atfetmek; toplumun en ufak bir imada huzursuz olmasına sebebiyet verirken, bir yandan da ülke gündemini saptırmak için elverişli bir alanın açılmasına da sebebiyet verebilir.

Ülkemizde; toplumun gerçek gündemi ve sorunlarının konuşulduğu, üzerinde müşahhas adımların atıldığı, günlerde buluşmak ümidiyle..

Yazarın Yazıları