“Son aylarda “Umut hakkı” tartışması ülke gündemini meşgul ediyor. İktidar ve muhalefetin çizdiği tablolar farklı olsa da gerçek hayat o pembe resimlere pek uymaz.
”
Teröriste “Umut Hakkı”, Millete “Hüsran”!
Son aylarda “Umut hakkı” tartışması ülke gündemini meşgul ediyor. İktidar ve muhalefetin çizdiği tablolar farklı olsa da gerçek hayat o pembe resimlere pek uymaz.
Bir yanda sürecin öneminden, çözümden söz edenler; diğer yanda yılların acısını, kanını, kaybını unutamayan milyonlar var. Peki, hakikaten ne oluyor?
Terör örgütlerinin görüntüler eşliğinde gösteri yapmaları, birkaç silahı yakıp gündem oluşturması ile meseleyi hafife almak mümkün değil. Terör, yalnızca birkaç kişiden ibaret değildir; arkalarında lojistik, ağır silahlar, dış destek ve yılların yarattığı bir yapı vardır. Bu gerçekleri görmezden gelerek “üç-beş gösteri”yle meseleyi küçümsemek hem akılcı değil hem de halkın hafızasına ihanettir.
Bizim derdimiz yıllardır komşu, akraba, dost olarak birlikte yaşadığımız insanlarla değil; evleri, şehirleri, köyleri yakıp yıkan, çoluk çocuk, bebek demeden can alanlarla. Bu ülkenin insanları yıllarca PKK terörüne karşı canını, çocuğunu, evladını verdi. Şehitler, gazi olmuş insanlar, aileler ve geride kalanlar var. Onların acısını, sitemini ve endişesini görmezden gelmek mümkün değil.
İddia edenler var: “Umut hakkı söylemi, süreci çözmeye yardımcı.”
Peki, bu söylemi dillendirenler, terörün mağdurlarının da bir sesi olduğunu neden unutuyor? Vergisini veren, askerlik yapan, evladı şehit olan; yaralanmış, sakat kalmış insanlar da düşüncelerini dile getirme hakkına sahip değil mi? Fikirlerini, kaygılarını, eleştirilerini söyleyenlerin tutuklanması; teröristlerin cezaevlerinden salındığı bir dönemde adalet duygusunu zedeler.
Gelin bir dakika empati yapalım: Devleti yönetenler, karar alırken o evladını kaybetmiş babayı, komutanı yerine koyup düşünsün. Siz olsanız, çocuğunuzu kaybetmiş bir ailenin yerinde olsanız ne hissederdiniz? Devlet büyükleri, bu insanların yüreğindeki acıyı hissetmeden karar veremez. Kararların toplumsal meşruiyeti, en çok da acı çekenlerin rızasına bağlıdır.
Sonuç olarak çağrım şudur:
İktidar sahipleri, terörle mücadelede gösterdikleri kararlılıktan vazgeçmemeli, ama aynı zamanda toplumsal hassasiyetleri dikkate almalı. “Umut hakkı” söylemi, eğer toplumun büyük kesiminin vicdanında yaralar açıyorsa yeniden düşünülmelidir. Teröristlere muhtemel bir “hak” tanınırken, milletin, şehit ailelerinin, gazilerin, kayıp yakınlarının hakları, sitemleri ve güven duygusu korunmalıdır.
Devletin görevi hem güvenliği sağlamak hem de adalet duygusunu korumaktır. Bu iki hedefi aynı anda gözetmek mümkünse, o zaman gerçek bir çözümden söz edilebilir. Aksi halde halkın gözünde “teröriste umut, millete sopa” algısı yerleşir ki, bu kimseye fayda getirmez. Önce empati, sonra adım; önce vicdan, sonra politika… Başka yolu yok.
Çok kötü yönetilen bu kez ki Çözüm Süreci’nden; hem kamu vicdanı, hem de bu ülkeye sadece nüfus kâğıdıyla bağlı olmayan aziz Türk milletinin ekserisinin ma’şeri vicdanları rahat değildir!
YORUMLAR