Kader GÜR
  • 01/01/1970 Son günceleme: 25/06/2013 00:11
  • 19.087

Gün geçmiyor ki, yeni bir olay yaşanmasın. Gün geçmiyor ki, yeni bir haber, bir söz, bir eylem ortalığı kasıp kavurmasın. Brezilya'da henüz halk tepkisi devam ederken, bizdeki Gezi Parkı olayları işi 'duran adama' çevrildi.

Peki, ne oldu da ülke bugünlere geldi? Neydi konu? Brezilya'daki çapulcularla bizdekilerin farkı nedir? Oradaki halkla bizimkinin farkı nedir? Nasıl oluyor da tüm dünyada kitlesel hareketler hızla yayılmaya başlıyor? Neler oluyor?

Eğer işi 10 yıllık AK Parti iktidarı için düşünürsek, bu son yaşananların 10 yıldır ilk kez olduğunu söyleyebiliriz. Ancak işin ucunu daha geriye, 1980'lere değin çekersek, o zaman1990'larda ve 1980'lerde 'sürece damga vuran olaylardan' bahsederiz. Daha da geriyeCumhuriyetin kuruluşuna gidersek, bu kez daha da çok kitlesel hareketi analiz etmemiz gerekir. İşe Osmanlı'dan başlamak ise bizi bir 600 yıl daha geriye götürecektir. O zaman işin içine "yeniçeriler" de girecek. Gelin biz bunu böyle yapmayalım da işi 1980'lere götürüp bırakalım. 1980 darbesini ve devamında kurulan Anavatan Partisi'yle başlayan süreci bir hatırlayalım...

24 Ocak 1993 Uğur Mumcu'nun ölümü...

Hatırlar mısınız? İnsanlar ellerinde mumlarla sokaklara çıkmıştı. O tarihten bugüne tam 20 yılgeçti. Bugün hâlâ Mumcu cinayetinin failleri bulunamadı. Ancak o tarihlerde geniş halk kitlelerinin ilk kez bu kadar yaygın bir şekilde sokaklara çıktığı gözlenmişti. Uğur Mumcu'nun siyasetten devletin içerisindeki kurgulara kadar pek çok konuda yazılar yazmıştı. Uluslararası politikaları bile sorgulamıştı. Katılırız, katılmayız; doğrularız, yalanlarız, bu farklı bir konu. Ancak bugünlerde hemen her görüşteki medyanın tarafsız olamamasına yönelik eleştirilerin perde arkasında Mumcu cinayeti gerçeğinin olduğunu düşünmek de çok yanlış değil. Sanki o günlerde sokağa çıkan insanlar, bugünleri görerek isyan etmişler gibi. Bugün baktığınızda hangi görüşte olursa olsun, kendisine yakın durduğu cemaat ve topluluğu "yok saymayacak" bir anlayışla medyanın idare edildiğini görürüz. Bu hemen her yerde ne yazık ki böyle...

Ben kendimi de dışarıda bırakmadan söylüyorum. Ben de inandıklarımı, çevremde ve özellikle de yakın çevremde olanların düşünce ve yorumlarını ‘gözardı’ etmeyen bir anlayıştayım. Bunu‘gözardı’ etmeden diyorum, bunu yaptığımın farkındayım çünkü. Ancak ne kadar bu konuda kendimi eleştirsem de uzak çevremde olup bitenler bana hep doğru iş yaptığımı söylüyor. İçimde bir otokontrol sistemi var ve sevdiklerimi korumak istiyorum. Belki bunu yapmama gerek kalmayacak bir sistem içerisinde bundan vazgeçeceğim ancak bugün için yaptığım bu. Diğerlerinin de yaptığı bu. O zaman ortaya herkesin kendisini ve yakın çevresindekileri koruma altına almaya çalıştığı karmaşık bir sistem çıkıyor. Bu sistem içerisinde ise birbirlerine uzak olan herkesten biri diğerini "taraflı" olmakla suçluyor. Çünkü kim radikal bir hareketle bu taraf olma işinden vazgeçse, önce yakın çevresini sonra da kendi kendisini kaybediyor. Sanki birileri bizi buna sürekli mecbur ediyor. O "birileri" ise yine kendimiz ve sanırım farkında da değiliz.

Peki, Uğur Mumcu'yu sevmemek, onun yazılarını eleştirmek ya da yalanlamak, onun ölümünün ardından zil takıp oynamayı şart mı kılacak? Uzak çevremizden diye Uğur Mumcuve Cumhuriyet Gazetesi ailesini yalnız mı bırakacağız? Bu sorunun yanıtı çok kısa: HAYIR.Ama biz bıraktık. Uğur Mumcu'yu "uzak çevresinden" addeden herkes gibi biz onu yalnız bıraktık. O gün için Uğur Mumcu için sokaklara dökülen halkın içindeyse Cumhuriyet Gazetesi okumamış olanları, Uğur Mumcu'nun adını bile ilk kez duymuş olanları görmedik. Görmek istemedik. Kalabalıkları gözümüzde küçülttük ve bu "uzak çevremizin ölen bir ferdi" için küçük bir başsağlığı diledik.

Sonra?

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı...

Hayır. O zamanlar kitlesel bir hareket olmadı. Büyük kalabalıklar sokakları doldurmadı. Ancak"sessiz çığlıklar" duyuldu bir yerlerden. Kimisi Kur'an okuyor, kimisi namaz kılıyor, kimisi de sakal bırakıyor diye takibe alındı. İnanç konusunda hassas olan kişilerin çocukları okullarda taciz edildi. Ülkede pervasızca işler yapıldı. Hem TSK hem de halk içinden bazı kişiler, bir yandan bu sancıyı derinleştirdikçe derinleştirdi, öte yandan ise her duyulan inançlı feryadının ardından "Oh" dedi. Devlet kademeleri içinde hemen bu "oh" diyen kişiler, karşılarına aldıkları muhafazakâr insanları tasfiye etti, olmayacak işlerde çalıştırarak, işi daha da ileriye götürmeye çabaladı. Tıpkı Uğur Mumcu olayında olduğu gibi... Nasıl ki o dönemde "uzak çevrelerden"birileri gör(e)mediyse, bu süreçte de "uzak çevredekileri" kimse görmek istemedi. Namaz kılmayanKur'an okumayanmuhafazakâr olmayan insanlar, bu süreçte yaşanılan acılara ortak olmak istemediler. Böyle olunca da kitleler daha çok partileşti, daha çok cemaatleşti. Daha çok ayrıldı. Mahalle mahalle, sokak sokak... Şehir şehir... Her ayrılık ise bir başka sorunu da peşinden getirdi tabi: "Peki ya şimdi?" Küreselleşen dünyada aynı düşüncelerin paylaşıldığı mahalleden hiç çıkmamak mümkün olabilir miydi? Üniversite okuyan gençler, askere gidenler, evlenenler... Bunlar ne olacaktı? Bunlar tekrar aynı mahalleye döndüklerinde ne olacaktı? Uzak çevremizle hiç temas etmeden bir ömür geçirebilecek miydik? Geçirebildik mi? Olmadı değil mi?

31 Mayıs 2013 Gezi Parkı...

Olmadı... Olmayacaktı da... Uğur Mumcu'nun ölümü sonrası sokağa çıkan insanların çocuklarıyla, 28 Şubat'ta sessiz çığlık atanların çocuklarını meydanda bir araya geldi. Sonra yanlarına başkaları da eklendi. Sonra orası net tanım yapılamayacak bir noktaya taşındı. Herkes vardı. Birbirlerine daha önce anne ve babalarının yaptığı gibi "uzak çevre" diye bakmadılar. Bir fidanın etrafında elele tutuştular. Hükümet de bu birlikteliği gördü ve diğerlerinden onları ayırdı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş... Bu görüneni onlar da gördü ve "Mesaj alındı" dedi. Muhalefet ise başta siyasi anlamda yararlanmaya çalışsa da sonradan geri adım atıp, bu değişimin farkına varmaya çekildi.

Sonuç...

Sonuçta artık bizler "uzak çevre" dediğimiz kişileri de yakın çevremize dâhil etmeye başladık. Belki bizi buna zorladılar çocuklar ama şimdilik iyi de ettiler. Umalım ki, Gezi Parkı'na dair hepimizin üzerinde hemfikir olduğu yağmalar, talanlar, sert müdahale ve hukuk dışı kitle hareketleri "meşru bir zemin" kazanmasın. Bu olduğunda, Gezi Parkı'na dair hem Hükümet nezdinde "alınan mesaj" anlamını yitirecek, hem de gelinen bu noktadan sonra daha da ileriye gidecekken, geriye 50 adım daha atılacaktır. Biz uzak çevremizin bizde bıraktığı izleri henüz silemedik. Yarası açık bir şekilde duruyor ve her yakın çevremizden gelen feryatla kanamaya devam ediyor. AK Parti'nin ilk kurulduğu yılları anımsayın... Cumhurbaşkanlığı seçimlerini... CHP'nin o dönemde Anayasa Mahkemesi'nin kapısında yattığı günleri anımsayın...

Adımlar, karşılıklı atıldığında anlam kazanır. Biz uzak çevremizle ilgili olan her şeyi unutuveriyoruz. Yakın çevremize dair olanları hatırlıyor muyuz ki uzak çevremize vakit kalsın?Gezi Parkı süreci, işte bu uzak çevremize yakınlaşmak için bir fırsat verdi hepimize. Hükümet, bu süreçte başta ‘hata’ yaptıysa da sonrasında ‘yanlış’ yapmadı. Hatasını da ilk ağızlardan kabul etti. Polisle ilgili eleştirileri değerlendirmeye aldı ve konuyu araştıracağını açıkladı. Gezi Parkı'na dair planları halkın görüşünü aldıktan sonra hayata geçireceğine dair söz verdi.İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, kişisel cep telefonunu yayınladı ki, bu durum sıradışı bir uygulamaydı. Gerekli adımlar atıldı.

Şimdi ise herkes beklemede… Acaba hangi taraf "uzak çevresini daha önce üzecek"beklentisiyle hareket ediliyor.

Birileri "duruyor" birileri ise "çalışıyor"...

İnşallah bu tarz olayları bir daha yaşamayacağız… Tartışa tartışa anlaşacağız… Kırmayacağız, dökmeyeceğiz… Çünkü biz ülkemizi hep beraber seviyoruz! 

Yazarın Yazıları