Nimet ER
  • 01/01/1970 Son günceleme: 20/07/2013 00:11
  • 11.476

Yine kimselere okutulmamış ya da yazılıp yazılıp silinmiş, nihayetinde  yazdıklarımın yarım yamalak notlar olarak kalmış kocaman bir mezarlığa gideceğini hissettiğim zaman başvurduğum çaredir "Takıldıklarım"ı yazmak.  

Sanki  kelimeler  avucumdan  kayıp gidiyor gibi hissettiğimde yani... 

Hafazanallah,  kınama değil sesli düşünme olarak okuyunuz lütfen!

 

Konuşuyor... Televizyonda Türkiye'ye sığınan Suriyelilere yapılan hizmetleri anlatan bir haber izlemiş. "Zaten dünyada afetlerde falan en çok yardım eden ülkeler arasında ilk dörtteymişiz, yakında Mısır'dan da insan getirip bakarız.  Anlamıyorum bu ülkenin açları, yoksulları ne olacak?  Bu din en yakınınızdan başlayın demiyor mu?" 

Eh bu düşünceye aşinaydım aslında. Kelli felli adamların köşelerinden çokça okuyup  şaşırma hakkımı kullanmıştım ama yüzümün yanmasına sebep olan o son cümleleri de söyleyiverdi: 

"Dün  Eyüp Sultan' daydım  ki, çok sık giderim. Açlar doyuruluyor, sofralar paylaşılıyor nasıl bir güzellik neredeyse İstanbul Ramazan'da hep böyle keşke her zaman böyle olsa" 

Hiç  cümlesine cümle eklemek istemediğiniz biri  olur mu? ki bende pek az olur bu durum, aynen o haldeydim; içime  sustum ama burada yazayım dedim. 

Aradan 14 asır geçmesine rağmen Allah'ın gönüllere sevdirdiği hiç değilse ziyaretçisiz bırakmadığı Ebu Eyyûb Halid Bin Zeyd… Yani  Eyüp Sultan dediğimiz kişinin rütbesi kıymeti neydi ki Allah onu böyle şereflendirdi? 

O, muhacirlerin en kıymetlisini evinde muhteşem bir titizlik ve incelikle  ağırlayan bir fakir Medine'liydi (ensardı) sadece.

Misafiri ve kardeşi O 'kıymetlinin bir sözünün peşine düşüp bu topraklarda hiç değilse ölmeye gelmiş biriydi. 

Bize "muhacir" olan mültecilere  nasıl oldu da sırt çevirebileceğimiz fikrinin kenarına yaklaşabiliyoruz anlayamıyorum.  Hem de  Eyyûb  El- Ensarî huzurunda açılmış ellerimiz var iken! 

Doktor ve  anladığım kadarıyla  çok her şey olan bir ağabeyimizin muhtemel her gün yaptığı programına dek geldim geçenlerde. Ev yapımı güneş yağı ve bronzlaştıran yağ karışımı tarifi veriyordu. Vallahi üşenmedim ekranın fotoğrafını çektim zira aklımda tutamazdım bu terkibi. 

Güneş kremi için: 1 çorba K. Ozon yağı/ 1 Çorba K. Kakao yağı/ 1 Çorba K. Fındık yağı/ 1 Çorba K. Argan yağı/ 1 Çorba K. Havuç yağı/1 Çorba K.Badem yağı. 

Açıkçası terkib de bir mesele yok, yapmak isteyen yapsın zaten o nedenle de yazdım ama benim ilgimi çeken  doktor ağabeyimizin, artık seyircisi içerisindeki hangi hassasiyeti gözeterek kurduğunu bilemediğim şu cümlesi oldu:

 "Evet,  gayet kolay bir tarif, benim köylü çiftçi kardeşlerim tarlaya gitmeden önce bu karışımı şöyle ellerine yüzlerine sürecekler ve inşallah derilerini güneşin zararlı etkilerinden koruyacaklar. Tekrar ediyorum Argan ve Ozon yağı  zor bulunur ve gayet pahalıdır ama kolayca evlerinizde yapabileceğiniz bir tarif" 

Bu meseldeki mantık hatasını sizlere havale ediyorum zira pişman olabileceğim cümleler kurabileceğimi hissediyorum. 

"Organik" kelimesinin daha fazla itici gelebileceği zamanlar yaşar mıyız bilemiyorum ama nerede karşıma çıksa hızla uzaklaşıyorum. Tüccarların eline düşmüşlüğümü yoksa içine sağlık böcüğü kaçmış kaçmadıysa bile  bu sağlık böcüğü tarafından ısırılmış bünyelerin en titiz ve sık kullandıkları kelime olduğundan mıdır nedir bilmiyorum. 

Mesela, hep alışveriş yaptığım yerde "organik koltuk örtüsü" etiketiyle  karşılaşıp iyi de bu ürün hep vardı neyi farklı ki ustam bunun dediğinizde öğrendiğiniz müşteri hassasiyetleri pek içinize oturmuyor olabiliyor.

Ya da mesleği rehber öğretmenlik olan bir grupla  katıldığınız PDR sempozyumunda verilen arada, çay yanına konulmuş küçük kruvasanları ikram ettiğiniz kişi tarafından içinde çikolata olduğu anlaşılınca elinden hızlıca bırakıp şeytan görmüşe dönmesi sonra bu hareketin dalga dalga yayılması ne tuhaf. Kişi, bağırsaklarda bulunan ve şekerle beslenen bir tür mantarın ileride mesela 20- 30 yılda çok  çok büyüme ve kansere çevirme ihtimalinin olduğunu  öğrendiğinden beri  organik olmayan hiçbir şekerli besin tüketmiyormuş efendim.  Bilmem  anlatabildim mi? 

Yahu nerdeyse ayaklı kalori cetveli gibi dolaşanlara alışmıştım ama inanın bu sağlık böcüğü içine kaçmışlara alışmak istemiyorum. 

Ayrıca Sağlık fışkıran Ramazan menüleri  ihtişam saçan masaları geçti haberimiz ola! 

 

"Ben titiz değilim sadece temizim" diyor. Nasıl boş gözlerle baktıysam artık uzun uzun anlatıyor hanımefendi titizliğini. O kadar anlatıyor ki "suyu da yıkayıp içiyorsunuz herhalde" dememek için kendimi çimdikledim.

Evinde çöpü çöp üzerine koymayıp bu tür vasıfsız işleri yardımcı hanımlara bırakan ama enerji harcamak için garip alet edevatla spor merkezlerinde ter akıtanlardan bahsetmiyorum bu ayrı bir mesele. 

Ben düpedüz garip bir şehvetle yaptığı işleri kutsayan ve hatta temizliğe tapan bunu da ballandıra ballandıra anlatan ayarında kimse çıkarsa bilgi ve görgü yarıştıran çıkmadığında ise müstehzi bakışlarına mazhar olduğumuz pırıl pırıl  hanımlardan bahsediyorum. 

Bu salgın neredeyse her sohbeti tıkar, her muhabbeti bozar ve hatta misafirliği yok eder duruma geldi söyleyeyim.

AVM 'ler için millet görünürde ayaklanıyor falan ya, hani küçük esnaf bitiyor kabilinden ki görünürde de olsa samimiyetle başım gözüm üstüne ama sanki geç kalmışız gibi geliyor. AVM'ler bize yapmış yapacağını gibi sanki. 

Neden  mi? Söyleyeyim. 

Gezip görmek lafını bir kere değiştirmeliyiz artık.  Zira çoğunluk görme derdinde değil. Ya "gezip-gösterme" ya da  "gezip - ne var ne yok alma" derdinde. 

Ömründe bir daha gitmek nasip olur mu olmaz mı bilemeyeceğimiz yerlere gidip dönenlerle konuştuğumda görünen bu. Heyecanla seyahatleri üzerine yapmaya çalıştığım sohbetler aldıkları şeyleri görmekle son buluyor. 

Şuraya gittin mi? Filanca yere çıktın mı? Ki bunlar zaten gidilenin görülmesi  gereken yerleri olsa bile,  el cevap "valla alışveriş yaparken o kadar yoruldum ki gidemedim vs..." oluyor.

Ki inanın Arabistan'ın Uhud Dağı'nda satılanlarla bizim Yuşa tepesinde satılanlar aynı. Bilmem anlatabiliyor muyum? Evet, güneş İstanbul da da batıyor ama Nemrut dağından görmeli dibine kadar gidildiğinde diye düşünüyorum.  

Yıllar önce, malum dizi henüz çekilmemişken "Asmalı Konak" ziyarete açılmamıştı ve sakin zamanlarında  gitmiştik Kapadokya' ya. Her yerde görevli amcalar vardı sıcakta beklemekten   fenalık gelmiş kendini evine atmaya çalışan. Geç kalmıştık ve amcaya yalvarıyorduk "ne olur bir dolaşıp çıkacağız". Amca yorgun,  mesaisi bitmiş en ciddi haliyle döndü, parmaklarıyla işaret ederek bir kaç mevki saydı ve buralara gidip gitmediğimizi sordu. Gittik, gördük dememizle, amcanın " E aynı daaaaş  aynı gaya ne demeye merak ediyonuz burayı " demesi bir olmuştu. 

Nerden bilebilirdim ki  amcanın doğallıkla söylediği bu cümlenin bir paradoks şeklinde hayatlarımıza sirayet edeceğini?

 

Kolonya. Zamanımızda garip hicivlere konu olsa da benim kıymetlimdir çocukluğumun buram buram esintisi oluveren.

Anneannem tütün kolonyasını çok severdi . Annem hep limon çiçeği kolonyasını çok sevdi hala da başka şeyi pek sevemedi zaten. Ben ise tütün kolonyasını hep ağır bulmakla beraber ikisini de sevdim iki sevdiğim sevdiği için. Ama en çok Çimen kolonyasını sevdim onlar bilmez,  sadece bir kere uğramıştı evimize çünkü. Sonra mübarek Gül suyu / bizim edebiyatımız da Gül  en sevgiliye yakıştırılmıştır çünkü. 

Benim ev ihtiyaçlarını falan aldığım  cam markette geçen gün çay kolonyası buldum. 

Bir iptila olan çay! 

Bu Ramazan, neredeyse  akşam ezanıyla sabah ezanı arasında çay tüketen bir çayyaş olarak kolonyasını mı almayacaktım. Aldım tabii, çok güzel de bir kokusu var. 

Biliyorum ne kolonya tutan var artık  ne de tutsan da haklı olarak kabul buyuran. 

Bir manasız çaba işte! 

Oracıkta Dursun istiyorum. Gözümün önünde. 

Her normal insan evladı gibi kolonya tutulurken elimizi açtığımız halde niye saçımıza boca ederlerdi,  hele bazı teyzelerin şişenin deliğini küçük bulup şişle büyütmeleri yok mu? 

Bayramlar güzeldi... Biriktirdiğimiz  anılarla. Şimdi onlardan bir Seda getiren her şeye vurgun sürükleniyorum...

Akşamları yürüyorum uzun uzun... Nicedir dikkatimi çekiyor balkonlarda çiçeklerin diplerine veya bizzat  yerlerine  ışıklı yapay çiçekler moda oldu. Güzel görünüyor, görünsün...

Ama bu ışıltıya parıltıya bu kadar vurgun oluşumuz da bir hayır var mı?

Taşlı mobilyalar, telefon kılıfları... İnsanı yürüyen mücevher gibi gösteren allı pullu günlük kıyafetler... 

Neyin ışığı söndü de  biraz parıldayan her şey kıymetlimiz oluverdi?

Yazarın Yazıları