Sinan KAVRAKOĞLU
  • 01/01/1970 Son günceleme: 28/04/2007 00:11
  • 25.117

Muhtemelen yaşanan tüm tartışmalar sona erer, uzun süredir TSK’yı göreve(!) çağıran tüm kesimler bu olayı şampanyalar patlatarak kutlardı.

 

Evet, maalesef, Büyük Önder Atatürk’ün kurduğu demokratik ve laik ülkemizde laikliği etek boyu kısaldıkça anlamlandıranların sayısı az değil.

Atatürk’ü bir duble rakı ve leblebiyle yaşatmaya çalışan beyinsizlerle, laik cumhuriyeti televole yozluğuyla özdeşleştirenler, başta ABD olmak üzere batının kültürel soykırımına uşaklık ettiklerini elbette biliyorlar.

Bir çok kurumun ülkemizi içine çekmeye çalıştığı kara deliğin, AK Parti’yle birlikte yutacağı değerlerin farkında olmamak en hafif tabiriyle salaklıktır. Muhalefet partilerinin görevi muhalefet etmek. Ancak, başta YÖK olmak üzere diğer kurumların bu süreçte takındığı tavır ülkeyi kutuplara bölmeye, unutmaya çalıştığımız sokak çatışmalarına sürüklemeye çalışmak değilse nedir.

Yedi yıldır yaptığı Cumhurbaşkanlığı görevinde bir çok krizi tetikleyerek Cumhuriyet tarihinde ulaşılamaz bir rekor kıran Ahmet Necdet Sezer’in görevini devretmesine sayılı günler kala, “yahu bizim yetkiler epey fazlaymış, bunları biraz kısıtlamak gerek” demesi, hangi bakış açısıyla izah edilebilir?

Cumhurbaşkanlığı tartışmalarında geldiğimiz nokta Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün yeterliliği ve devlet adamlığı noktasında taşıdığı düzgün çizgisi değil, eşinin başının kapalı olması olmuşsa ülkemizde özgürlükten söz etmek hangi mantıkla açıklanabilir?

Her fırsatta orduyu göreve çağıran yetkili yetkisiz kurumlar, kanaat önderleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ne güvenmiyorlar mı? Zira, her zaman iddia ettiğim bir husus var: AK Parti iktidarı döneminde laikliğin tehdit altında olması, olası bir CHP iktidarındakinden daha fazla kesinlikle değildir. Laikliğin gerçek anlamda tehdit altında olduğunu düşünen TSK ise, kim olursa olsun gereğini derhal yapar. Bu bağlamda CHP’ye hiçbir zaman yakıştıramadığım Deniz Baykal CHP etiketini kullanarak ülkemizi ısrarla uçurumun kenarına sürüklemektedir.

Ortadoğu adeta bir cadı kazanı gibi kaynarken, coğrafyasında süper güç olma zorunluluğu her geçen gün artan ülkemizin, sadece düşmanlarının ekmeğine yağ sürecek bu tür kaotik ortamlara sürüklenmesi hangi insafla bağdaşabilir?

Dünya, İslam ve düşmanları diye ikiye bölünmüşken, % 98’i Müslüman olan ülkemiz daha ne kadar İslam düşmanlarıyla işbirliği yapacak? Bu düşünceme farklı yorumlar getirmek isteyen at gözlüklüler elbette olacak. Ancak, benim burada anlatmak istediğim, Türkiye’nin hiçbir ülkenin güdümü ve etkisine girmeden, kendi kaynak ve potansiyelleriyle bir “Süper Güç” olabileceği yönündedir. Osmanlı İmparatorluğu bu kaynak ve potansiyellerin bir tezahürü değil miydi?

İnsanların kişisel tercihlerine son derece saygılı davrananlar, karşılarında İslam dinini özgürce yaşamak isteyenler olunca bir anda saygı ve özgürlük parametreleri sona eriyor. Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül de eşinin başının kapalı olması sebebiyle bu parametrelere takılmış durumda.

Eminim, Paris Hilton olsaydı şu anda mecliste şampanyalar patlatılıyor olurdu… 

Yazarın Yazıları