“Ortadoğu yalnızca bir coğrafya değil; tarih boyunca emperyal güçlerin sınadığı, halkların kanla sınandığı, sınırların cetvelle çizildiği bir kader alanı.
”
20. yüzyılın başında Osmanlı'nın çekilmesiyle başlayan ve Sykes-Picot anlaşmasıyla haritaları parçalanan bu topraklar, hiçbir zaman sadece bölge halklarına bırakılmadı. Bugün yaşanan her çatışma, aslında yüzyıllık kırılmaların, yarım kalmış hesaplaşmaların ve dış müdahalelerin bir sonucu.
Ortadoğu’nun tarihini üç temel kriz başlığı üzerinden okumak mümkündür: sömürge sonrası kırılgan devlet yapıları, dış müdahaleye açık güvenlik mimarisi ve mezhepsel/sınıfsal kutuplaşma. Bu yapısal sorunlar üzerine inşa edilen her rejim, dışarıdan destekle ayakta kalmaya çalıştı; halklar ise ne kendi liderlerini seçebildi ne de barışı. Devletler kuruldu ama toplumlar hep bölünmüş kaldı. Arap milliyetçiliği, panislamizm, Baasçılık gibi ideolojiler bile bu parçalanmayı aşacak kolektif bir zemin oluşturamadı.
Bugün gelinen noktada, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları ve İran’la girilen doğrudan çatışma eşiği, sadece bugünün değil, yüzyıllık bir çöküş sürecinin yansımasıdır. 7 Ekim 2023 sonrası yaşanan gelişmeler, İsrail-Filistin meselesinin artık yalnızca iki taraf arasında değil; İran, Hizbullah, Husiler, ABD, Rusya ve Çin gibi küresel aktörlerin dahil olduğu bir jeopolitik krize dönüştüğünü gösteriyor. Gazze, artık sadece bir insani trajedinin adı değil; uluslararası sistemin utancı, ahlakın iflas noktasıdır.
2020 yılında başlatılan Abraham Anlaşmalarıyla Arap ülkeleriyle İsrail arasında başlatılan “normalleşme” süreci de Gazze’ye düşen bombalarla gerçek yüzünü gösterdi. Arap sokakları Filistin için ayağa kalkarken, yönetimler suskun. Bu sessizlik, sadece bir politik tercih değil; halkla rejim arasındaki uçurumun resmi. “Normalleşme” adı altında kurulan ilişkiler, adaletin ve vicdanın değil, çıkarın ve statükonun ürünüydü.
Ortadoğu’nun bir başka sessiz çöküş alanı ise Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkeler. Bu üç ülke, artık klasik anlamda bir devlet değil. Parçalı otoriteler, dışa bağımlı siyasal yapılar ve mezhebi aidiyetin belirleyici olduğu sistemler içinde halklar çaresizliğe terk edilmiş durumda. Hizbullah gibi örgütlerin Lübnan’da devlete alternatif hale gelmesi, Irak’ta hükümetlerin kurulamayışı ve Suriye’de on yılı aşkın süredir devam eden iç savaş, bize şunu gösteriyor: Ortadoğu’da devlet var ama yönetim yok. Yönetim var ama halkın iradesi yok.
Bu yapısal krizlere artık çevresel boyutlar da eklenmiş durumda. Su, enerji ve iklim krizi Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek yeni çatışma eksenlerini oluşturuyor. Fırat ve Dicle üzerinden yıllardır süren gerginlikler, kuraklık, tarım alanlarının yok oluşu, kırsal nüfusun yerinden edilmesi ve yeni göç dalgaları yaratıyor. Bir zamanlar petrol savaşlarıyla anılan bu topraklar, şimdi su için çatışma riski taşıyor. Küresel iklim krizi, bölgedeki gıda ve güvenlik krizlerini daha da şiddetlendiriyor.
Ancak en acı veren gerçeklerden biri, bu yıkım karşısında uluslararası kurumların suskunluğudur. Birleşmiş Milletler, Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar ya etkisiz, ya taraflı ya da tamamen felç olmuş durumda. Gazze’de siviller ölürken sadece “endişeliyiz” açıklamaları yapan bu yapılar, artık halkların gözünde meşruiyetini kaybetmiş durumda. Sessizlik, artık suç ortaklığına dönüşmüş vaziyette.
Ortadoğu’nun bugünkü hali; yüzyıllık bir emperyalizmin, kırılgan ulus inşalarının, ideolojik manipülasyonların ve halkların dışlandığı otoriter rejimlerin mirasıdır. Her kriz, bir diğerinin tohumunu içinde barındırıyor. Ve maalesef hâlâ hiçbir bölgesel vizyon, ortak akıl ya da yapıcı çözüm iradesi görünmüyor. Bunun yerine uluslararası güçler, kendi satranç taşlarını oynuyor; halklar ise yalnızca bedel ödüyor.
Ortadoğu’da kriz yönetmek artık yetmiyor. Bu toprakların gerçekten barışa kavuşması için sadece silahların değil, sistemlerin de bırakılması gerekiyor. Belki de artık en çok ihtiyacımız olan şey, sadece barış değil; hafıza, hesaplaşma ve adalet.
YORUMLAR