“Geçtiğimiz aydaki Kutlu Doğum Haftası nedeniyle, mutlak yaşanacak olan 50 000 senelik berzah âlemimize ışık tutan ve sonsuz Âhiret hayatımız için Kılavuz olarak gönderilen Hz. Muhammed SAV
”
’i anma, anlama, anlatma ile ilgili bir toplantıda, her fikirden kişiler bulunuyordu. Yani, aylarca süren o coşkulu kutlamalardan rahatsız olanlar da vardı…
Bir kısım katılımcı, “Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve görevlendirilen Hz. Muhammed SAV’i, daha etkin olarak nasıl anabiliriz, son asırda yaşatılan fetret devrinde üstü örtülmeye çalışılan bu yüce kılavuzumuzu, daha geniş kitlelere daha güzel bir şekilde nasıl tanıtabiliriz” diye fikir teatisinde bulunurlarken, bir kısım zihniyet ise maalesef rahatsızlıklarını dile getiriyordu. Yani onlara göre, kendi doğum günlerimiz gibi, bir günde topluca kutlanıp, bitirilip verilmeliydi. Âlemlerin efendisini bile, âdetâ sıradan bir kişi sanıyorlardı…
Bu görüşten kendileri de rahatsız olup veya kendilerinin yanlış düşündüklerini fark etmiş olmalılar ki, “Yanlış anlaşılmasın, bizler de dîni bütün insanlarız. Gerçi Kur’ân okumasını falan bilmeyiz ama bazen Türkçesine bakarız. Gerçi namaz kılmayız ama haftada bir cumaları kaçırmamaya çalışırız…” ..diye savunma yapma ihtiyacı duydular. Oysa diğer yandan tüm İslâm âlimleri bile kendilerini “dini bütün” saymayıp, kendilerini hep PÜRKUSUR görmüşlerdi. Allah’ın c.c. Rasülü tarafından “İlmin kapısı” diye adlandırılan Hz. Ali bile “benim en iyi bildiğim, hiçbir şey bilmediğimdir” diyebilmekteydi. Dînini ikmal ettiğini (yani dinini BÜTÜN hâle getirdiğini) asla söylememiştir. Beş vakit namazlarını her zaman (savaş ânında bile) tam vakitlerinde ve (baldırına saplanan okun ancak namaza durduktan sonra çıkarılacak şekilde) huşû içinde kıldığı halde, “acaba bu namazım Allah c.c. indinde kabul edilecek mi? Yâ kabul edilmez ise hâlim nice olur?” diye hep endişeler taşımışlardır. Hiçbir zaman dininin bütün olduğunu söylememiştir…
Bu toplantıda muhatap ben olmadığım için ve tartışmanın, toplantının seyrine zarar vereceğini düşündüğüm için, orada cevap vermedim. Yutkundum, durdum. Bunların yaptığı bu savunma bana, genelevler patroniçesi Manukyan’ın “..ben namusumla para kazanıyorum” dediğini ve bin bir haltı işleyip de “benim kalbim temiz” diyenleri hatırlattı. Eve geldiğimde, kendi kendime “yahu, bunlar bu güzide halka FETRET devri yaşatan, lâiklik adı altında, irtica paranoyalarıyla, dinini ve Kur’ânını öğrenmek isteyenlere, jandarmanın silah dipçikleriyle kan kusturulan bir dönemin acı meyveleri değil mi?” ..diye düşündüm. “Kişi inandığı gibi yaşayamazsa, yaşadığı gibi inanmaya başlar” prensibini tezekkür ettim. Tüm insanlığın yaratıcısının bu konudaki şu ikâzı, bana bana tam ilaç gibi geldi.
Zuhruf Sûresi, 37. Âyet: “Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da, onlar kendilerinin hâlâ doğru yolda olduklarını sanırlar.”
Mücadele Sûresi, 18. Âyet: “Allah'ın, hepsini dirilteceği gün, onlar dünyada Müslüman olduklarına dair size yemin (ve iddia) ettikleri gibi, Allah'a da yemin edecekler ve bununla bir şey elde edeceklerini sanacaklar. İyi bilin ki onların işi gücü yalan söylemektir.”
Bu müthiş âyetleri gördükten sonra tam teselli oldum, fakat bu tür düşüncelere sahip kardeşlerimizin de bu gerçekleri öğrenme hakları olduğu halde, bir asra yakın bir zaman verilen lâik milli eğitimin kurbanları olduğu için, mutlaka ellerinden tutulması gereği zihnime geldi. Kutlu Doğum Haftası’nın, yani Hz. Muhammed SAV’i anma, anlama ve davasını anlatma süresinin, değil bir hafta veya bir aya, bir yılın tamamına yayılmasının ZARURET haline geldiği kanaatine vardım…
Asrımıza damgasını vuran en önemli İslam âlimi OLAN Bedüzzaman Hz.’nin, konumuz ile şu anlamlı haykırışıyla sözlerimizi noktalayalım:
“Dünya madem fânidir (devamlı değil, geçicidir). Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye (o sonsuz Âhiret hayatının mutluluğu) burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri(Yöneten bir Allahı c.c.) var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem “Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez.” (Bakara Sûresi, 2:286.)sırrınca teklif-i mâlâyutak (Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz bir teklif) yoktur.Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. (Tercih edilir.) Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.
Elbette, en bahtiyar odur (o kimsedir) ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni (vakit geçsin, ömür tükensin diye yapılan boş konuşmalar ve faydasız, lüzumsuz-gereksiz) şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki (kabul) edip misafirhane sahibinin (Yüce Allahın c.c.) emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin…” (16. Mektuptan.)
Yüce Rabbim hepimizi, şu fâni dünyayı bir misafirhane telâkki edip, misafirhane sahibinin (Yüce Allahın c.c.) emirlerine göre hareket eden, BAHTİYAR kimselerden eylesin. Âmîn…
NOT: Diyarbakır Dicle Üniversitesi Rektörlüğü, HASEV ve İ.İ.K.Vakfımızın ortaklaşa düzenlediği, “DÜNYA ve ÂHİRET DENGESİ” konulu Bediüzzaman ve Risale-i Nur sempozyumu nedeniyle Diyarbakır’daydım. Peygamberler ve sahabeler diyârında daha geniş kapsamlı ziyaretler yapabilmek için seyahatimizi biraz uzattık. Bu nedenle bu yazımı yayına yollamakta 2 gün geciktiğim için özür diliyorum. Sempozyum ile ilgili yazıyı hazırlayınca, bu güzelliklerden sizlere de tattırmayı düşünüyorum…
YORUMLAR