“Sene 1971, Mart ayının üçü ve saat sabahın 05:00’iydi.
”
Bendeniz; 11 ayını tamamlamış çıta gibi bir bahriye çavuşu olarak, vatanî görevimi tamamlamak üzere, tren ile İskenderun’a gidiyordum.
O günkü şartlar, 30 saatlik bir tren yolculuğunu gerektiriyordu.
Beni sağlıklı kılan, bu kutsal görevi bana nasip eden ve maddi-manevi sayısız nimetlerle ve rızıklarla beni perverde eden sultanlar sultanının c.c., “SABAH NAMAZI randevusuna iştirak edebilmek için”, trende müsait bir kompartıman arıyordum.
Abdestimi aldıktan sonra, trenin neredeyse bütün vagonları dolaşıp, tüm kompartımanlarına baktım ve namaz kılacak münasip bir kompartıman bulamadım.
Bir ümit ile ikinci turumu atıyordum ki, karşıma 22-23 yaşlarında, Yusuf A.S. güzelliğini hatırlatan, pırlanta gibi bir delikanlı belirdi.
Benim duygularımı okumuşçasına, çok kibar bir ifadeyle bana şöyle dedi:
-“Kardeşim, namaz kılacak yer mi arıyorsun?” Ben de bir ümit sevinciyle:
-“Evet, ama maalesef her yer dolu.” Diyebildim. O yakışıklı delikanlı bana:
-“Ben şu ilerideki kompartımandaki kişilere rica ederek, orada kıldım. Orası müsait, gel seni de götüreyim.” Dedi. Çok sevinmiştim. Teşekkür ettim ve o müsait yerde, yüce Rabbimiz ile sabah görüşmemizi yaptık. Selâm verip tesbihatımı ve dualarımı bitirdikten sonra, o yakışıklı delikanlıyı aramaya başladım. Koridorda, camdan dışarıyı seyrederken buldum ve tekrar teşekkür ettim. Tanışmak için beni bekliyormuş. Böylece tanışarak, ayaküstü sohbete başladık. Ben, (üzerimdeki, jilet gibi bahriye elbisemi işaret ederek) vatani görevimin 11 ayını tamamladığımı, izin dönüşü tekrar İskenderun’a gittiğimi söyledim. O pırlanta gibi delikanlı da Hukuk fakültesini bitirdiğini ve memleketi olan Ulukışla’ya döndüğünü anlattı. 30 Saatlik tren yolculuğunun sıkıntılı atmosferinden sonra, sanki çölde bir vaha bulmuş gibi, huzurlu bir atmosfer yakalamıştım. Ayaküstü belki de bir saatten fazla konuştuk. Birbirimize çok ısındığımız ve çok sevdiğimiz için, ayrılırken adreslerimizi ve ev telefonlarımızı aldık. (O zaman cep telefonu yoktu.) Askerliğim süresinde de birkaç defa mektuplaştık. Ben terhis olduğumda o yakışıklı delikanlı beni ziyarete geldi.
Benim semtim olan Beykoz’da, onun çok sevdiği bir üniversite arkadaşı da varmış. O arkadaşı da, benim sık-sık görüştüğüm biri olduğu için, onunla birlikte üçümüz, defalarca buluştuk, dertleştik eski hatıralarımızı yâd ettik. Böylece bu mümtaz kişi ile çok samimi olduk. Hâlen can dostluğumuz devam ediyor, her fırsatta buluşuyor ve görüşüyoruz…
***
-
Şimdi, diyeceksiniz ki; bunları niçin anlatıyorsun? Hemen söyleyeyim:
Bu muhterem zâtın hayatında, hepimizi hayretlere düşürecek çok ibretlik gelişmeler oldu. O gelişmeleri bize de anlatıyordu. Her hatırası, günlerce aklımızdan çıkmıyordu. Ben bugün sadece bir tanesini, yani en aktüel olanını “ibreti âlem için” anlatacağım…
-
İşte bu muhterem kişi; birçok kimsenin de medyadan tanıdığı, Türkiye’deki askeri mahkemelerin müfettişi, Askeri Hâkim Albay, A. Cengiz Tangören’dir.
O tren yolculuğumuzdan sonra, A. Cengiz bey asteğmen olarak askerliğini yaptığı bir sırada, o günkü ihtiyaçtan dolayı, TSK askeri hâkimlik imtihanına girerek, başarıyla kazanmasından dolayı o günkü prosedürler icra edilerek, TSK’ne intisap etmişti. Yine o üstün başarılarından ve güvenilirliğinden dolayı, her rütbede terfi ederek, müfettiş Hâkim Albay olarak, Türkiye’nin çeşitli vilâyetlerindeki askeri mahkemeleri ve askeri ceza evlerini teftiş ediyordu. Bulunduğu makam ve rütbenin görev erklerini en iyi bir şekilde yerine getirmeyi prensip edinmesi, her zaman takdirle karşılanıyordu. Ancak, A. Cengiz albayın “hanımının başörtülü olması veYüce Rabbine karşı kulluğunu yerine getirdiği” fişlenince, 1997’de 28 Şubat post modern darbesinin hemen akabinde toplanan, YAŞ. Kararıyla ordudan uzaklaştırılıyor. (Bu sürecin diğer yönleri internette anlatıldığı için, ben burada sadece, çok daha ilginç olan tebliğ ânını arz edeceğim. Merak edenler, internetten okuyabilir.)
-
Benim esas üzerinde duracağım konu; TSK’dan uzaklaştırılan böylesine değerli bir askerin, görevine bağlılığı ve sarsılmaz örnek sadakatidir. Şöyle ki:
İzmir’de bir askeri mahkemenin teftişi sırasında, mahkemede görevli başka bir albay,“efendim, bir haber duydum, acaba doğru mu?” diye sorar. Hâkim Albay Cengiz Bey ise“bana henüz intikal etmiş bir tebligat yok, varsa da sağlık olsun.” Diye cevap verir.
Uzatılan zarfı, elindeki dosyaları bir kenara bırakarak okuyan A.Cengiz albay, tekrar dosyalarını alarak çalışmalarına devam eder. Tebliğin içeriğinin, “..İrticâî (!) suçlamalardan dolayı, TSK’den uzaklaştırma” olduğu, zarfı getiren albay tarafından da bilindiği için, bu manzara karşısında o albay çok şaşırıyor ve adetâ ŞOK oluyor. Kendisini toparlayarak:
-“..Cengiz bey, tebliğin içeriğini anlayamadınız galiba! Göreviniz sona erdi. Oysa siz, hiçbir şey olmamış gibi hâlâ işinize devam ediyorsunuz. Sizin yerinizde ben olsaydım, bütün dosyaları savurup atar, tekmeler, her şeye isyân ederdim…” Cengiz Bey bu duyguları dinledikten sonra, gözlüklerinin üzerinden bakarak, o albaya şöyle soruyor:
-“Albayım, bu gün ayın kaçı?!…”
-“21’i Cengiz bey, hem bununla ne alâkası var?!…”
-“Albayım, ben maaşımı ayın 30’una kadar çalışmak için aldım. Bu TSK’ne benim daha 9 gün çalışma borcum var. Bu borcumu ödemeden ayrılırsam veya işimi aksatırsam, bu 9 günlük kazancım bana HARAM olur. Bu aksamayı üst komutanlarım bilemez ama ALLAH c.c. görüyor ve biliyor. Bu nedenle ben görevimi, Allah rızası için, son dakikalarına kadar sürdürmek zorundayım…”
Bu ifadeler, o albayı iyice şaşkına çeviriyor. Âdetâ donup kalıyor. Nasıl şaşırmasın ki! Yıllarca dirsek çürütüp okuyarak kazandığı, tırnaklarıyla kazıyarak tırmandığı Albaylık rütbesinin silinmesinden, tazminat hakkının gasp edilmesinden ve çok sevdiği meslek hayatının sona ermesinden çok daha önemli şeyler varmış meğer. ..Allah’a c.c. ÎMAN…
Oysa bu altın değerindeki ÎMAN, TSK.’de İRTİCA olarak telâkki ediliyor, aşağılık bir suç sayılıyor ve bu ÎMANA sahip olanlar, bir CÂNİ gibi sürülüp, hayatı karartılıyordu…
-
Diğer taraftan ise vatan hainlerine, fuhuş ve esrar şebekelerine ve PKK yandaşlarına müsamaha edilirken, çeşitli entrikalarla kollanırken, böyle bir ÎMANA sahip kişiler ordudan atılıyor. Bu albay şaşırmakta haklı değil miydi?…
Saygıdeğer dostlarım. Çok yakınımda gelişen bu ibretlik olayı anlatmakta iki gayem var. Birincisi: Emekliliği yaklaşan kişilerin, işlerini gevşetmelerinin ne kadar yanlış olduğunu, kazançlarının harama dönüştüğünü, ibretlik bir olay ile anlatmak…
İkincisi ise: TSK’den, İRTİCA paranoyası ile uzaklaştırılan masum subaylarımızın (en azından % 99’unun) ahvâllerini, birinci ve en temiz bir ağızdan sizlere sunmaktır…
Fakat müsterih olunuz ki, artık onların “irtica maskeleri” düşüyor.
“İrtica” paranoyasının arkasında, “Din, îman ve mukaddesat” olduğu, halk nazarında da, ortaya çıkan belgelerle iyice netleşmeye başlıyor.
Gerçekler bütün çıplaklığı ile aydınlanıyor. Hak ve Adalet yerini bulmaya başladı…
Kısacası, yıllardır masumlara kan kusturan oyun bozuluyor ve taşlar yerine oturuyor…
Yeter ki, gözbebeğimiz olan ordumuzun içinde kümelenmiş olan ve onların avukatlığına soyunan bu cunta zihniyetine karşı, hepimiz bilinçli ve birlik-beraberlik içinde olalım…
"İman hem nurdur, hem kuvvettir; iman insanı insan eder, belki de sultan eder.." 2
YORUMLAR