Muharrem ERGÜL
  • 10/12/2015 Son günceleme: 10/12/2015 14:48
  • 5.117

Dilimize şair ve devlet adamı Namık Kemal tarafından kazandırılan çok güzel bir deyim vardı.

Unutuldu gitti. Hatırlatayım istedim. Genel kabulün aksine kültürel çatışmalar, görüş ayrılıkları, çok seslilik ve farklı eğilimlerin toplumu daha dinamik hale getireceğini Namık Kemal, şöyle ifade ediyordu: "Barika-ı hakikat müsademe-i efkârdan doğar". Yani gerçek, fikirlerin çatışmasından ortaya çıkar. Fikir çatışmaları her zaman ille de farklı kişiler ve toplumlar arasında olmaz. Aynı topluluk içinde tartışma ve çatışma olabildiği gibi kişilerin kendi içinde de çatışmaları, çelişkileri olabilir. Kişinin kendisi de bu çatışma ve çelişkilerden doğru bir sonuca ulaşabilir.

Tartışmadan, farklıklardan korkmak ve uzak durmak isteyen kişi ve toplumlar, kelimenin tam anlamıyla skolastik bir toplum haline gelir, güdülmeye mahkum olur.

Son yıllarda genel bir kabul haline gelen tek tip toplum oluşturma paranoyası hepimize çok şey kaybettirdi.

27 Mayıs 1960 darbesi sonrası, 12 Mart 1971 askeri muhtırası sonrası, 12 Eylül 1980 askeri darbe sonrası, 28 Şubat 1997 post modern darbe sonrası, o günün yöneticileri tek tip insan oluşturmak için alabildiğine çaba gösterdiler. Yasal düzenlemelerle toplumu bu yönde dizayn ettiler. O günkü yöneticilerin iddiası hep şöyleydi:

“Toplum çok gerildi. Farklı düşünceler gelişiyor. Fikir çatışmaları başka yöne kayabilir. Buna üst akıl olarak izin veremeyiz. Haydi, marş, marş... Herkes aynı düşünecek, aynı giyinecek. Fikir ayrılıkları, kültürel farklılıklar sizin neyinize? Siz işinize gücünüze bakın. Dahası; eğer düşünülecek bir şey varsa, sizin yerinize biz düşünürüz.”

İnanın aynen böyle süreçler yaşadık. Bu tür yaklaşımlar hem toplumu yönetenleri, hem de toplumun bizzat kendisini bir arpa boyu bile ilerletmez! Çünkü müsademe-i efkâr, yani toplumdaki görüş farklılıkları olmadan; barika-ı hakikat, yani gerçek ortaya çıkmaz.

Son yıllarda bilerek ya da bilmeyerek bizler de farklılıklara tahammül edemiyoruz. Buradaki 'bizler' tanımlamasıyla hepimizi kastettiğimi belirtmeliyim. Her kesim, her toplumsal katman, her sosyolojik küme, aile, birey; hepimiz, tek-tipçiliğe özeniyoruz. Modern deyimle öykünüyoruz. İstiyoruz ki, kendi doğrularımızı herkes kabul etsin. En akıllı biziz. Megalomanimiz öyle yükseldi ki, neredeyse kendi kendimize yarı tanrılar icat ediyoruz. Cahiliye dönemlerinin totemlerini tabu haline getiriyoruz. Oysa durum hiç de öyle değil. Tartışmayan, farklılıkları olmayan toplum, dinamizmini kaybeder. Yeniliklere kapanır, fikri gelişmesi dumura uğrar; her alanda geri kalır. Toplumun kültürel çeşitliliği yok olur; teknik ilerlemesi de durur.

Bizim coğrafyamızda farklılıkları hoş görme düşüncesi kaybolduktan sonra, Batı toplumu farklılıkların büyük avantaj olduğunu keşfetti. Farklı fikirleri çatıştırarak bunu toplumun gelişmesi ve dinamizmi için kullandı. Özellikle Amerika, devlet olarak bunu kurumsal ve sistematik hale getirdi. Araştırmalar yaparak, objektif veriler elde etti. Şimdilerde toplumdaki farklı görüşlerin gelişmesi için yeni tezler üzerinde bilimsel araştırmalara destek vermektedir.

Yapılan çalışmalardan sonra ulaşılan sonuç, bizim yüzlerce yıl uygulayıp, yaşayıp ulaştığımız, ancak terk ettiğimiz sonuçla birebir aynı... "Ne kadar farklı düşünürseniz, o kadar çok gelişirsiniz ve dinamik hale gelirsiniz" tezi, bugün bir yaşam biçimi haline getirilmeye çalışılıyor.

Bu günlerde bu yaklaşımla ilgili Türkçe'ye "Dönüşümsel Arabuluculuk" adıyla çevrilen kitap, bu konuyu ayrıntılı olarak ele alıyor. Kitap özetle, "Aralarında anlaşmazlık yaşayan kişiler ve kurumlar birer hasım değildir. Bunlar oturup konuşurlarsa, birbirlerini anlayan, empati kuran ve sorunları barışçı olarak çözebilen birer birey haline dönüşürler ve toplumu geliştirirler. Statik toplum, dinamik toplum haline gelir" diyor.

Amerika, şunu çok iyi analiz etmiş: Toplum, farklı düşüncelerle gelişir. Konuşan toplum tehlike oluşturmaz. Asıl tehlike konuşmayan toplumlardan beklenir. Herkes eteğindeki taşı dökerse, toplumsal uzlaşma sağlanır. Bastırılan her duygu, atom bombasından daha tehlikelidir.

Şimdi soruyorum: Amerika başta olmak üzere tüm dünya 'çoğulculuğa' yelken açmışken, bize ne oluyor da tek-tipçiliğe özeniyoruz? Farklılıklardan niye korkuyoruz? Oysa tarihsel gerçeğimiz bu değil. Tam tersine, farklılıkları zenginlik olarak kabul etmiş bir anlayışın mirasçılarıyız.

Fikir çatışmalarının en yoğun yaşandığı Cumhuriyet dönemi aydınlarımız aynı ortamda birbirleriyle tartışırlarmış... Bakın, Necip Fazıl Kısakürek, kendi gibi düşünmeyen fikir adamlarıyla birlikte olduğu bir ortamda, en keskin aykırılıkları bile nasıl içselleştiriyordu:

Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın

Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın

BARİKA-I HAKİKAT MÜSADEME-İ EFKÂRDAN DOĞAR

Sakın unutmayın...

Yazarın Yazıları