Nimet ER
  • 01/01/1970 Son günceleme: 07/09/2012 00:11
  • 12.226

Konforlu otobanlardan ziyade bol virajlı dağ yollarını seviyorum. Zira hız; görmeyi, fark etmeyi engelliyor. Virajlar sürpriz demektir. Doğanın bağrındaki manzara sürprizleri... Bazen, insan elinin dizemeyeceği muntazamlıkta kadim çamlar ya da dağınık saçlarını rüzgara bırakmış çeşni gibi demet demet ağaçların sıralandığı orman. Bazen de tüm heybetiyle doğal bir heykel gibi beliriveren kayalıklar çıkar karşınıza. Ve doğanın ağır ağır nefes alıp veren göğsüne bakıyormuşsunuz izlenimini uyandıran dingin düzlükler... Bakarken ne hissettiğimi bir türlü çözemediğim kavaklıklar var bir de; çünkü genellikle para için dikilen ve bir gün kesileceğini bildiklerini düşündüğüm ağaçlardır kavaklar. 

Şanslıysanız bir pınar çıkıverir önünüze, içine saplanmış demir çubuk uzantılı alelade musluğuyla. Basit bir emek gibi görünse de o çeşmelerin etrafı; tüm mütevazılıklarıyla o, janjanlı yol tesislerinin konforunu sunamaz size ama olabildiğince sahici bir soluklanma kâr olarak kalır yanınıza.          
Yol aldıkça geride bıraktığınız yerlerde kalır bir parçanız. Durup temaşa edebileceğiniz, kafanızın içinde cirit atan düşüncelerinizi ait oldukları yerlere salıvereceğiniz kuytu mekanlar bulursunuz mesela. Yükünüzü indirir ve nasibiniz kadar güzelliği içinize çekip devam edersiniz.         
Yolların kıvrımlarının vaat ettiği gizleri ve ırağı yakın eden hikayelerini dinlemeyi, keşfetmeyi seviyorum.                                                                    
            Anayoldan bir köy yoluna sapıyor, birkaç kilometre derine gidince varıyoruz eski bir su değirmeninin kalıntılarına konuşlanmış mütevazı ama lezzette bir o kadar iddialı mekana. Vaktiyle su değirmenine can veren bir dere, ayaklarını suya salmış salkım söğütler, devasa ceviz ağaçları ve kocaman gülümsemesiyle bir çift karşıladı bizi. İçimden “salatayı beyefendi, balığı hanımefendi yapıyordur” diye geçirdim. Oysaki tam tersiymiş, lezzetlerinin sırrını çözmeye çalışırken öğrendim. 
Ancak şehrin debdebesinden bıkanlar tercih edebilirdi bu doğal güzelliğinden başka lüksü olmayan saklı güzelliği. Çok geçmeden yerli olduklarını plakalarından çıkarabildiğim bir çift geldi. Ne güzel, aşk’a muhabbet, ancak böyle bir yerde katılabilir diye düşündüm. Derenin inceden şarkısı, rüzgârın oynaştırdığı yapraklar... Az insan, bol bol zikir... Denilir ki; kainatta yaratılmış her şey zikir halindedir. 
Masaya ilk koydukları cep telefonları oluyor, gazozlarını içiyorlar, kız biraz hamakta sallanıyor. Sesleniyor: Aşkımmm! Delikanlı gülümsüyor elinde kurcaladığı cep telefonuyla fotoğraflıyor hamağa uzanmış yatan endamı. Kız gelip masaya oturuyor, saçlarını ahenkle dans ettiriyor, ellerini sevdiğinin ellerinin üzerine koyuyor, Aşkımmm! Delikanlı yine gülümsüyor bir şeyler söylüyor, bir fotoğraf daha çekiyor. Sonra yan yana gelip manzarayı arkalarında kadrajlayıp bol gülücüklü ve öpücüklü kareler dolduruyorlar cihazlarına. Dikkatimi her fotoğraftan sonra yine telefonla uğraşılması çekiyor. Kızın sanırım güzel çıkmadığını düşündüğü birkaç fotoğrafa karşı çıktığını duyuyorum. “Aşkım onu paylaşma lütfen”
Yemeklerimiz bitiyor, vakit ilerliyor. Çay içilmeli. Böyle yerlerde mutlaka içilmeli. Derenin üzerine doğal bir salıncak kurmuş çam ağacının kıvrımına oturuyorum çay bardağı elimde. “dikkat edin” diyor kız endişeyle. Küçük bir sohbet gerçekleşiyor aramızda. Sözlü olduklarını ve oturduğum ağacı daha önce hiç fark etmediklerini öğreniyorum, sık sık geldikleri bu yerde. “Eh sevenlerin gözleri bir birinden başkasını görmez” diyorum. Masasına dönüyor kız, beyefendi başıyla selamlıyor. Ben balıklara onlar telefonlarına bakıyorlar uzun uzun...
İyi yolculuklar dileyip bizden önce ayrılıyorlar mekândan. Yeterince vitrinledikleri ilişkilerini ve evlendikleri zamana sakladıklarını umduğum muhabbetlerini de alıp gidiyorlar.
                                                                 
Yıllardır görmediğimiz bir uzak akrabayı ziyaret hedefimiz. Yine anayoldan sapıp bir dağa tırmanıyoruz; adeta döne döne. Bol virajlı keyifli bir yolculuk oluyor, kızılcık ve böğürtlen molalı. Ancak beş köy aşıp ulaşabiliyoruz bu kartal yuvası gibi köye. Vardığımız ev başka evleri görmüyor bile etrafı ağaçlık. Küçük bir harmanı var önünde. Bir ev bu kadar yakışır bulunduğu yere.
Hasbihal edip, ikramı paylaşıyoruz muhabbetle. Hiçbir konfor bir güler yüzün yaşattığını sağlayamaz insana. Yatılı okuduğunu öğrendiğim lise talebesi evin genç kızı oturduğu divandan nicedir oyalandığı telefonu elinde haykırıyor birden. “bağlandım sonunda” öğrendik ki int. bağlanabilmiş. Seviniyoruz, iletişim çağındayız tabi. “.... abla üzgünmüş” diyor kikirdeyerek annesine. “Hani akşam mısır közlerkenki fotoğrafları paylaşmıştım ya; üzgün işareti yapmış altına” diyor. Anlıyoruz ki hane halkı ve hatta köy halkı topluca facebook kullanıcısı.
Yolculuk, toplumun içindekileri dökmesini sağlıyor size. Neredeyse kışın boşalan köylerin cemaatsiz kalan çaresiz imamlarıyla konuşuyorum. Maydanozu bile ilçedeki pazardan alan köylülerle karşılaşıyoruz. Evlerinin önündeki pür salkım dökülmüş meyveleri dururken konsantre meyve suları ikram ediliyor, hoşaf nam-ı diğer komposto unutulmuş. Ayran ve süt içmeyen köy çocukları var sıkı play stationustası.                                                                   
Evet köylü sosyolojik bir gerçek olarak da dönüşüm yaşamalıydı, esasında köylü kalmamış olmakla birlikte kalanı da hal değiştirmiş. Teknoloji kullanılmalı, üretim şekilleri değişmeli, eyvallah. Hepsine eyvallah da, bir toprak insanının topraktan bu kadar uzaklaşmasını anlayamıyorum. Gelişimi tembellik diye kim öğretti bu insanlara? Hazır olanla hazırcılığın farkını ne zaman yitirdiler?
“Dağda açan çiçek şehirde büyümez” denirdi ya hani. Dağda açtığına nicedir ve belki haklı olarak içerleyen çiçekler türemiş ve hatta şehrin şartlarını ayağına getirtmiş.
Şehirde saksıda bir çiçek bile yetiştirmemiş birinin farmville bilmem kaç levelda hatırı sayılır çiftlik edinmesi toprak sevgisiyle nasıl örtüşüyor. Beslenmeleri eksik hazırlanmış ve annem farmville oynuyor diye öğretmenlerine şikayet eden çocukları ne yapacağız? Neresinden tutsanız elinizde kalan hayatlara nasıl davranacağını da kestiremiyor insan.
Ekip biçmenin, muhabbetin ve dahi aşkların sanallaştığı bir alemde hakikatin peşine düşünlere tuhaf gözüyle bakıldığı bir zamanda yaşamak gerçek bir imtihan hiç kuşkusuz.
                                                      
Ne zaman yaşamayı “vitrin” zanneder olduk? Mutlu anların fotoğrafı çekilir çünkü dondurmak isteriz o anı. Siz hiç kötü anlarını fotoğraflamaya çalışan gördünüz mü? Ama vaziyet artık öyle değil. Mesele güzel anılar biriktirmek değil. Tam anlamıyla “göstermek” ve hatta “imrendirmek”. Karşılaştırmalı ilişkilere zemin.
Herkes “benim neyim eksik!” deyip vitrine geçmeye başlamış. Bizzat canlı manken olmaya gönüllü. Düzenlenmiş, kusursuz ilişkilerini pazarlıyorlar en iyinin seçileceği bir yarışa girmiş gibi. Oysa birbirine sevgiyle bakması gereken gözler ellerindeki cihazlara bakmaktan flu görmeye başlamış, hatta tüm işve ve cilveye rağmen görülmüyor sevilen. Tüm çabası fark edilmek olan bir sevgili; sadece hırçınlık yaptığında ilgilenildiğini çözüveriyor mesela. Ne çok gözleri suskun insan-aşık- var etrafta. 
Ve vitrine çıkmak diğer insanların fütursuzca hakkınızda fikir yürütmelerini doğuruyor. İnsanlar ve ilişkiler yıpranıyor. Ağza her gelenin söylenilebildiği sosyal alemde gırla giden nezaketsiz sohbetler ve sanal ölçekli değerlendirme testleri...
Aşk, iki kalp arasında görünmez bir yol bulup zuhur eder... Dillendirilemeyendir. Maşuğa hissi kablel vuku bulan bir alakadır hasılı. Naif bir cesaret isteyen. Tıpkı parmak izleri gibi biriciktir aşk; bulunduğu kalbin şeklini alan. Bu kadar klonlanmış ve göz önünde yaşayabilir mi? Sentetikleşmez mi o vakit? Aşk adı altında ne idüğü belirsiz bir şey dolaşıyor etrafta kullanıcısı bol amma o, kadim olan değil; zira mahcuptur aşk, bugün yaşanılanlar karşısında.
Ve bazen bir arkadaşa, kediye, köpeğe, çocuğa ve hatta eşyaya yerli yersiz kullanılan “Aşkım” kelimesi artık sevdiğine söylenildiğinde, plastikleşmiş ve büyüsünü kaybetmiş bir sakız gibi çiğnenmiş olduğundan tesir etmiyor haliyle.
En kendi olduğu halde bile gerçeği yansıtmayan insanların aşkları ne kadar gerçek? Hüzünleri ne kadar hakiki?
Yazarın Yazıları