Muharrem ERGÜL
  • 22/10/2015 Son günceleme: 22/10/2015 20:08
  • 6.889

Sanatçılar, tabiri caizse 'deli gömleği giymiş' insanlardır... Tabirim mazur görüle...

Kastettiğim anlam, yapamadıklarımızı yapan, yazamadıklarımızı yazan; insanı, insana -insanla- anlatanlardır. İşte biz, bu yüzden sanatçıları anlamakta zorlanırız: Çünkü aykırı davranırlar... İçimizden kimi zaman kızarız onlara... Ancak onlar, bu duruma hiç mi hiç aldırış etmezler. Her şeye rağmen diyeceklerini derler, yapacaklarını yaparlar; sonra da arkalarına bile bakmadan giderler. Eğer alkışlayan olursa da işte bu alkışlarla beslenirler. Alkışlar, onların gıdalarıdır; göğüslerine taktıkları birer şeref madalyasıdır.

Toplum olarak sanatçıları biz sahnede gülerken görürüz... Oysa o sanatçıların gülen gözlerinin arkasında ne dramlar yaşanır, bilir misiniz? İşte bu dramlara ben yakinen tanık olmuş birisiyim... Biz, onları sahnede ağlarken de görebiliriz. Oysa ben o ağlamaların sahnenin dışında, gerçek hayatta, rolün de ötesine geçtiğine tanık olanların içindeyim...

İçlerinde fırtına yaşayanlar, kimi zaman bunu dışarıya vururlar ve aslında sanatçılar; kuliste duran o 'görünmez maskeyi' yüzlerine takarak, sahneye çıkarlar... İçlerindeyse hep küçük bir çocuk yatar... Sanatçılar... Hep hüzün makamında yaşarlar.

Bizler sanatçıları çeşitli kimliklerde görürüz: Oysa onlar, hep aynıdırlar. Yalnızca, gerçekte canlandırdıkları kimlik ne ise onunla karşımıza çıkarlar... Bizim gözlerimizin içine bakarak, "İşte siz busunuz!" derler...

Sanatçılar, bazen yanlış şeyler söyleyip, yanlış toplumsal mesajlar da verebilirler. Kimi zaman da en son söyleyeceklerini 'pat' diye sözün başında söylerler. Toplum olarak, kızarız-öfkeleniriz haklı olarak... Ancak yukarı da söylediğim gibi sanatçılar, 'deli gömleğini sırtına geçirmiş' insanlardır... Aslında onlar, bizlere bir ayna tutarlar: Toplumun içinde varolan gerçekleri bize başka başka kimliklere bürünerek anlatırlar. Kimi zaman da sanatçılar, toplum olarak hoşumuza giden bir şekilde konuşurlar. Öyle beğeniriz ki, onları bağrımıza basasımız gelir... Gerçek odur ki, aslında sanatçılar, içinde yaşadıkları toplum 'ne' ise 'o' olurlar...

Hem özelde hem genelde sanatçılarla ilgili olarak yazan ve konuşanların daha 'teenni' ile hareket etmesi, kişiyi pişman etmemelidir. Aksine, bu şekilde ileriyi düşünerek-ihtiyatlı hareket ettikçe, 'kem' söz etmemiş olurlar.

Uzun yıllardır üstlendiğim görevlerden dolayı birçok sanatçıyla yakın arkadaşlığım oldu. Onlarla seyahat ettim; yemek yedim, sohbet ettim… Birbirimizi yakından tanıma fırsatı bulduğumuz sanatçılar oldu.

Birçoğuyla anlaştığımız noktalar kadar, anlaşamadığımız noktalar da oldu. Ama birbirimizle kavga da etmedik; birbirimize 'kem gözle' de bakmadık! Zaman zaman tahammül sınırlarımız zorlandığında bile, birbirimizi sabırla dinledik. İletişim kanallarımızı koparmadan, insani vasıflarımızla diyaloğumuzu sürdürdük. Çünkü biliyorduk ki, insan insanı tanıdıkça onu anlamaya başlar. Yoksa insan, düşüncesini, mensup olduğu değerleri karşısındakine nasıl anlatabilir? 'O kötü-bu kötü...' ya da 'O öyle-bu böyle...' diyerek, birbirimizi ötekileştirme zamanları, artık çok geride kaldı. Değil midir ki, kendi zihin dünyamızı dar alanlara hapsettiğimiz için sevgimiz yaralandı; kardeşliğimiz kanadı... Ben, sanata ve sanatçıya bakarken, onları değerlendirirken; işte bu minval üzere düşünülmesi gerektiğini çok önemsiyorum...

Lafı bu kadar niye dolandırdım; biliyorsunuz... Geçtiğimiz günlerde tiyatro sanatçısı Levent Kırca vefat etti. Arkasından herkes bir şeyler yazdı-çizdi-söyledi... Kırca'nın geçmişte canlandırdığı tiplemeler de bu sırada gündeme geldi. Gördünüz değil mi? Övgü ve sövgünün biri bin para... Söylenenleri acaba hak etti mi yoksa hak etmedi mi? Levent Kırca’nın hastayken verdiği röportajda kullandığı ifadelerin toplum nezdinde yarattığı tepkiler, olumlu muydu yoksa olumsuz muydu? Ben bunların hiçbirine değinmeyeceğim... Zaten bu konuda çok şeyler yazıldı. Belli ki, yazılmaya da devam edecek... Ancak Levent Kırca ile ilgili olarak yaşadığım gerçek bir anımı anlatarak, sizlere bu tartışmaların içinde küçük-minik bir pencere açmaya çalışacağım:

2004 Yerel Seçimleri’nde Beykoz Belediye Başkan Adayı oldum. Seçim öncesi harıl harıl koşturuyordum. O telaş arasında telefonum çaldı. Arayan Levent Kırca'ydı: "Muharrem Bey... Ben Levent Kırca... Belediye Başkanlığı'na Aday olduğunuzu öğrendim. Ben ve eşim Oya Başar sana destek vermek istiyoruz. Bir toplantı organize et. Gelip size orada destek olalım, konuşma yapalım" dedi. Nutkum tutuldu bir anda... 2004 yılının şartlarında, arayıp da bulamayacağım bir fırsattı bu...

Düşünsenize? Levent Kırca ve Oya Başar, AK Partili bir Belediye Başkan Adayı'na destek verecek... Üstelik bu, alenen ve gönüllü bir destek...

Neyse uzatmayayım, dostça uzun uzun konuştuk telefonda... Sonra, 2014 yılının Mart ayında Beykoz Belediyesi'nin BEYTAŞ Tesisleri'nde bir toplantı organize ettim. Levent Kırca da eşiyle birlikte gelerek, o toplantıda bana destek verdi. Güzel şeyler söyledi. Kendi ideolojik görüşü kendisinde saklı kalmak kaydıyla, dostluk gösterisinde bulundu. Hiçbir partiliyi kırmadan, incitmeden; aksine onların da gönlünü kazanarak konuştu. Bu anlattıklarıma, tüm yakın çalışma arkadaşlarım tanık olmuştur.

Levent Kırca'nın vefat haberini duyduğumda, aklıma bu olay geldi. Başka söze hacet bırakmadan da sizlerle bu yaşadıklarımı paylaşmak istedim. Yorumsuz olarak... Ekleme-çıkarma yapmadan... Yalın bir şekilde anlattım…

Sonuç olarak, Sezai Karakoç'un deyimiyle "İyi insanlar, iyi atlara bindi, gitti…"

Ha, Levent Kırca mı? Vallaha ben onu bilmem, Allah bilir...

Biz insanlar zahiri biliriz; gaybı Allah bilir...

Kalın sağlıcakla...

Yazarın Yazıları