Saadettin KILIÇ
  • 03/02/2020 Son günceleme: 03/02/2020 16:30
  • 3.979

Bana göre; “kültür” dışkı gibidir...

Hani insanlar nedeni bilinmeyen vücut rahatsızlıklarını anlayabilmek ve kendilerini daha sağlıklı duruma döndürmek için; idrar, kan ve dışkı tahlili yaptırırlar ya, bilindiği gibi buna “kültür tahlili” derler.

Çünkü ağızdan giren nesneler, bütün organlarla tanışma sürecini tamamladıktan sonra dışkı ve idrar olarak dışarı çıkarlar. İçerde kalan ve bütün organlarla tanışma sürecini tamamlayan sadece kandır ve onlar herhangi bir canlının bedeninde baştan sona geçen sürecin izlenebildiği en kesin sonuçlardır.  Ağızdan girip dışarı çıkana kadar tanıştıkları bütün organlarla ilgili en son verilere sahiptirler.

Bilim insanları da, bir canlının bünyesinde meydana gelebilecek rahatsızlıkları ancak onlardan edindikleri bu verilerle yeniden en sağlıklı duruma dönüştürebilirler...

Kültür de böyle bir şeydir, bütün insanlığın, yaşayarak ve tanışarak onayladığı ortak değerler.

Yerel ve mahallî düzeyde yaşanan ortak değerler ise kültür olma sürecini tamamlayamamış toplumsal alışkanlıklar, töreler veya geleneklerdir sadece. Tıpkı henüz diğer organlarla tanışmayan midelerimizde ki kusmuklar gibi, kültür olma süreçleri eksik (güdük) kalmıştır.

Bu yüzden, tıp insanları bir bünyenin bütününde bilinmeyen nedenlerle ortaya çıkan herhangi bir hastalığa anlayabilmek için hiç kimsenin kusmuğundan teşhis koymayı yeterli görmez.

Çünkü midelerimizden dışarı çıkan kusmuklar, bütün organlarla tanışma şansı bulamadan dışlanmışlardır. Doğal olarak tanışamadıkları diğer organlarla ilgili verilere de sahip değillerdir.  Yani kültür olma süreçleri eksik, (güdük) kalmıştır.

Demek ki; evrensellik boyutlarına ulaşamamış en genel insan alışkanlıkları, ya da davranışları da  her zaman kültür olmayı başarmayabilir, “Yöresel Töre ya da Gelenek” düzeyinde eksik (güdük) kalabilirler.  

Ama pratik yaşamda tüm insanların her türlü yaşama alışkanlıklarını kültür sayanlar, ya da insanları; “kültürlü ve kültürsüz” diye olmayan sınıflara ayıranlar da var.

Herskovits’ de kültürü; “İnsanın yaptığı her şeyin toplamı” olarak tanımlarken, bizim de şahsen niyetimiz tüm kan merkezleri ve umumi tuvaletleri kültür depoları ilan etmek ve kahve kültürü, avare kültürü vesaire gibi yaşanan her alışkanlığı da, “kültür” deyimiyle onurlandırmak değildir.

Ayrıca bu güne kadar tarif edildiği haliyle; her “kültür” insanlığı aydınlığa, ya da karanlığa taşır diye mutlak bir kural yoktur. İnsani ve moral değerleri yücelten ya da insani ve moral değerleri acıya, mutsuzluğa dönüştüren kültürel değerler de vardır evrende...

Örneğin; Eskimoların yaşadığı bazı bölgelerde kocalar evlerine gelen erkek misafirleri memnun etmek için onlara kadınlarını ikram ederlermiş. Misafir şaşırır gaflete düşer ve ev sahibinin eşini kabul etmezse, ölümle cezalandırılırmış.

Bir Asya ülkesi olan Tayvan’da; her yıl ulusal bayram olarak kutlanan bir günde meydanlarda toplanan kadınlı, erkekli gençler en güzel giysilerini kuşanarak birbirlerini tekme, tokat kan,  revan içinde kıyasıya dövmeyi en kutsal bayramlardan biri sayarlar...

Filipin halkı da her cins köpek eti yeme geleneğini hala sürdürmektedir.

Bizim ülkemizde de geleneklerimize uygun düğün ve asker uğurlama şenliklerinde sık, sık silahlar patlar, tekerrür kazalarla yaralanmalar ve hiç beklenmeyen acılar, ölümler yaşanır.

Bazı bölgelerimizde çok daha yoğun olan töre cinayetleri işlenir.  Başlık Parası istenir.

Batı geleneğinde yaşlı insanlara; “hanımefendi, beyefendi”  diye hitap edilir.

Bizim geleneklerimizde de, büyüklere saygı göstergesi-dir diye, adeta yaşlandıkları defalarca yüzlerine vurulur gibi; “teyze, amca, dayı, dede, nine” diye seslenilir.

Bir Avrupa ülkesi olan İspanya’da ise boğa güreşleri ve matadorluk yüzyıllardır süregelen geleneksel bir olgudur...

Ancak bütün bu yanlış geleneklerin her zaman tosladığı aşılmaz bir duvar olmuştur ve o duvarın adı da; ”evrenselliktir”...

İnsanlık, bu yanlış geleneklerin pek çoğuyla tanışmış ama evrensel kültür normlarına uymadığı için pek çoğunu onaylamamış hatta zamanla yok etmiştir.

Yine örneğin; “Türkiye’de 1908’de,  İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra özgürlük ortamı genişlemiş, daha önceleri yasak olan birçok uygulama, ülkeye girme fırsatı bulmuştu.

Eski yasaklardan biri de, boğa güreşiydi.

İkinci Abdülhamit’in mutlakıyet idaresi zamanında bazı yabancılar İstanbul’da boğa güreşi turnuvaları düzenlemek istemişler ama izin alamamışlardı. Meşrutiyet sonrasında, 1910 Mayısında izinlerin verilmesi üzerine bazı yabancı organizatörler tarafından Beyoğlu’nda birkaç gösteri düzenlendi. Ama İstanbul basını “kanlı” oldukları gerekçesiyle gösterilere karşı çıktı ve gazetelerde çok sayıda eleştiri yazıları yayınlandı. Yazarlar; “Bu vahşete son verilmelidir” diyorlardı. Mesela,  İlk Adım Gazetesi’ndeki yazıda şöyle deniyordu:

“İspanya’da bile nefretle karşılanan, Paris, Londra, Berlin gibi medeni merkezlerde kesinlikle uygulama alanı bulamayan boğa güreşinin İstanbul’da yapılmasına izin verildiğini işittiğimizde bir türlü inanmak istememiştik.

Bu izni veren yetkili makam acaba güreşler hakkında bilgi sahibi değil midir? Bu izin yüzünden İstanbul’da feci ve dehşetli manzaralar yaşanıyor.Zavallı hayvanlar mızraklarla, kamalarla, bin türlü eziyetle öldürülünceye kadar kanlar içinde bırakılıyor. Şehrimizin bu olaylardan kurtulmasını talep ediyoruz. Gazetelerde bu tür yazılar artınca, boğa güreşleri İçişleri Bakanı emriyle yasaklandı. Fakat organizasyonu yapan, kampanyaya izin verenler bazı yükümlülüklerin altına girmişlerdi. Mesela, kumpanya boğa güreşine ruhsat alabilmek için Belediyeye el altından 300 lira vermişti ve güreşler yasaklanınca zararının tazmin edilmesini istedi. Kampanyanın ısrarı üzerine güreşler yeniden başladı ama gazeteler eleştirilerine devam ettiler. Hedefte bu defa, ruhsat karşılığı olarak 300 lira aldığı iddia edilen Belediyenin Altıncı Dairesi bulunuyordu. Belediye iddiaları yalanladı, basın işin üzerine gitti ama halktan gelen şiddetli tepki yüzünden gösteriler yeniden yasaklandı. İstanbul’da bir daha boğa güreşi yapılmadı ve 300 lira konu da unutuldu

(Murat Bardakçı. 9 Ekim 2006 Hürriyet)

…Demek ki, dünyanın başka bölgelerinde, başka ülkelerin asla onaylamayacağı geleneksel değerler olduğu gibi düşünce ve eylemlerine bütün insanlığın gönülden destek verebileceği Yunus Emre, Mevlana, Nazım Hikmet, Shakspeare, Leonardo Da Vince ve Atilla Jozsef gibi pek çok evrensel değerler de vardır...

İnsanlar bu evrensel değerleri dilleri, dinleri ve cinsiyetleri ne olursa olsun ortak inançları gibi paylaşırlar.

O halde yerel düzeyde yaşanan ve sadece alışkanlık, ya da gelenek haline gelen her türlü davranışlarla, evrensel onay almış değerler (kültürler) aynı deyimle isimlendirilmemelidir.

Bu konuda Macar Şair Atilla Jozsef’in “Evrenle Ölç Kendini” sözü; bütün insanlık için en doğru örneklerden biri, hatta birincisi olarak görülmelidir. İnsanlık bu örneği sadece kültür tanımında değil, sanatta, siyasette, ekonomide, hukukta, dinde ve felsefede de kendine rehber edinmelidir.

Dünyanın neresinde olursa olsun kültür, sanat, siyaset, ekonomi, hukuk, din ve felsefe ile ilgili yapılan her tanımda ve her tartışmada Macar Şair Atilla Jozsef’in Evrenle Ölç Kendini” sözü;  tekrar, tekrar anılmalı ve dillerde dualar gibi tekerlenmelidir.

Türk Dil Kurumunun onayladığı sözlüğü göre ise Kültür:

Tarihi toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere sözlü veya yazılı aktarmada kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür.”

Başka bir görüşe göre de:

“Dünyada kültürden daha kaypak bir mefhum yoktur. Tahlil edilemez, çünkü bir yerde durmaz.

Manasını kelimelerle belirtmeye kalkıştınız mı, elinizle havayı tutmuş gibi olursunuz. 

Bakarsınız ki her yerde hava var ama avuçlarınız bomboş. 

(Meriç, 1987) Türk Tarihi ve Kültürü. 2004–113.

Yazarın Yazıları
Yorumlar (0 Yorum)

Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?

Yorum Yaz