Nimet ER
  • 01/01/1970 Son günceleme: 29/10/2012 23:11
  • 23.469

İşte, yine aynı yerde dizlerimi kucaklamış oturuyorum her zamanki gibi. Henüz sabah ve kuşlar ne de güzel cıvıldaşıyor ve iki suna gözle kaş arasında dalıp dalıp çıkıyor göle. Sanki bu dinginliği bozan sadece onların oynaşması gibi...

 
Sonbaharın tüm renkleri salınıyor karşımda. Ayaklarını suya uzatmış yaşlı söğüt biraz daha eymiş dallarını, sazlıklar biraz daha mı fazlalaşmış ne? Ve daha yorgun, daha heybetli görünüyor orman. Buranın kokusunu, havasını nasıl izah edebilirim ki? Tüm tarifler kifayetsiz kalacak biliyorum.
 
Nereye bakacağını şaşırmış gözlerim gölde sabitleniyor; zira yaşayanların dilinden başkaca bir lisan konuşan dinginliğe aksetmiş etrafındaki muhteşem güzellik, adeta bir ayna gibi...
Hayatımın geçip gittiği yerleri dolaşırken birçok duygu ile beraber içten içe bir gözlem halinde olduğumu fark ettim nicedir. Çocuk gözlerimle gördüklerim şimdiki zamana nasıl gelmiş? Dolaştığım, gezindiğim, dokunduğum her yerde bu kıyası yapıyor zihnim gizliden ve istemsiz. Eh haliyle farklar buluyorum üzerinde zamanın eli olan; artık meyve vermeyen kadim bir ceviz ağacı ya da yerinde yeller esen ahşap bir ev gibi...
 
Lakin mesele başka. Aslında büyüyen, yaşlanan ve artık gördüklerine yorgun ve  bam başka taraflardan da bakan benim esasında.
 
Mesela şu saatlerdir seyreylediğim göl, çocukluğumda ne de büyük gelirdi gözüme. Etrafında yürümek ne çok yorardı. Oysa şimdi bu küçük gölün etrafında birkaç tur atabiliyorum. Hele o sazlıkların kahverengi kadife çiçeğine dokunmaya çalışmak tam bir hayati tehlike arz ederken şimdi kolay bir şekilde istesem bir demet toplayabilirim.
 
Ya yaşadıklarımızdan aldığımız lezzet veya çektiğimiz acılar. Sevinçlerin tatları değişiyor, acı(tan)ların tezahürü farklı vücut buluyor hal lisanında.
 
Kıymet verdiklerimiz yer değiştirirken kıymetsiz olanla, hayatımızda önceliğini korumuşların önem sıralaması alt üst olmuşken, nasıl aynı kalabilir dünya? Nasıl aynı bakabilir insan bu dünyaya?
Şimdi, tüm değişenlerimizin toplamıyız galiba...
 
                                                                       
 
Benimle yolculuk yapmak; türkülere katlanmayı göze almak demek biraz. Dağlara ve göllere olan yolculuğumda bana eşlik eden çok sevdiğim bir güzel insan dönüş yolunda türkülerin doldurduğu hüzünlü suskunluğumuzu bozuveren “Niye bu türküleri bu kadar çok seviyorsun biliyor musun?”sorusuydu. Cevabı beklenen sorulardan değildi. “nedir ağabey?” der demez belki de türküleri sevmemdeki birçok sebep arasında en canlı kanlısını söyleyiverdi.
            “Çünkü ne batıda ne doğuda “üretilmek” için yazılmadı türküler...” diye başlayan günümüzün formatlanmış kültürüne eleştirilerini de sıraladı haliyle.
 
            Ellerinde giydirilmiş duygularıyla ilanı aşk edip kavgayı “giydirmek” zannedenler geldi aklıma. Keşke dedim türküler her insana böyle dokunsa...
 
                                                                   
            Türküler deyince bir türküye kodlanmış sevda geldi aklıma, çocukluğumdan beri hemhal olduğum. Köyün yakışıklı delikanlısı Rahmi ve köy okulunda beraber okuduğu Hatice’nin hikayesi.
 
Rahmi, ismiyle müsemma merhametli, kimseleri üzmek istemeyen bir yağız delikanlıdır. Sesinin güzelliği ile bilinir. Annesinden öğrendiği türküleri öğretmeni rica ettiğinde okulda, tarlalarda, dağ başında, dahası büyürken hep o ela gözlü Hatice duysun diye söyler.
 
Hatice, simsiyah saçlarının örgüsü başörtüsüne sığmayan köyün en güzel kızıdır. Kim bilir belki de Rahmi’ye öyle geliyordu. Hani Leyla’sını beğenmeyen arkadaşlarına Mecnun “siz, bir de onu benim gözümle görün”demiş ya o misal...
 
Rahmi ile Hatice arasında hiç söze dökülmemiş bir sevda vardır. Bir birlerinden gayrı herkese söyledikleri desek daha iyi olur.
 
 Rahmi Ankara’ya gitmiş zanaat sahibi olmuştur ve amacı olan bir ev kuracak parayı kazanmaktadır. Hatice’nin de talipleri çoğalmakta tabi. Rahmi köyüne sık sık gelip gider. Çeşme başında su doldururken ya da dağda çifte çubuğa giden Hatice’yi bir anlık görmeyi kar sayar, türküler söylermiş yine.
 
 Velhasıl iki aile arasında ki husumeti hiçe sayıp Rahmi annesinden Hatice’ye görücü gitmesini ister. Mevzuyu ezelden beri bilen anne, Hatice’nin de gönlü olduğuna kanaat getirir. Hem Hatice bir ara Rahmi’nin kız kardeşine de açılmıştır kimseler görmeden duymadan. Belki bu işleri değiştirir diyerek gider bir Cuma günü Hatice’nin kapısına biçere. Ama nafile. Hatice’nin ve Rahmi’nin sevdasına Hatice’nin annesinin gizli desteği dışında aileden kimse saygı duymamıştır.
 
Eh, kavgalar olur epey, uzatmayalım Rahmi ve ailesi çözemez durumu. Bir aylık bir aradan sonra Rahmi döner köye. Gördüğü ilk yerde Hatice’ye kaçmayı teklif eder, kimleri üzeceğini bile bile. Hatice kabul etmez neler olacağını bildiğinden.
 
Hatice, nicedir talipleri arasında bulunan hali vakti yerinde ama aynı köyden olmayan biriyle evlendirilir. Rahmi onun evlendiği gün köye gelir, çöktüğü yerde
 “Yüce dağ başına yağan kar idim/yağdı yağmur, güneş vurdu eridim/ Evvel yarin sevdiği ben idim/ şimdi uzaklardan bakan ben oldum” diye başlayan türküyü söyler...
 
Hasılı, Rahmi o günden sonra söyler durur bu türküyü. Askerliğini yapıp gelir, bir şekilde uzak bir köyden Aysel ile evlenir. Ankara’da yaşarlar, köyüne sık sık gelir eşiyle. Eşi, iyi kalpli ve saygılıdır. Rahmi’yi ve ailesini çok sever. Rahmi türküsüne ne zaman asılsa oda eşlik eder.
 
Evleneli dört yıl olmuştur. Yine köyüne geldiği günlerden birinde, akrabalarıyla birlikte dağa gider Rahmi... O gün cenazesi gelir eve. Yuvarlanan bir ağaç kütüğünün altında kaldığı söylenir. 26 yaşında durur hayatı. Rivayet o dur ki, yine o türküyü söylüyormuş çalışırken dağda.
 
Rahmi ve Aysel’in çocuğu yoktur. Daha acısını atlatamamış olan Aysel’i eskilerin usulü gereği ailesi gelip alır. Gitmemek için direnen Aysel’in akrabalarına ne Aysel, ne de Rahmi’nin ailesi engel olabilir. Hatice’nin akıbetine ise girmeyelim, daha fazla faaş etmeden bitirelim bu hikayeyi.
“yüce dağ başına yatmış uyumuş/ela gözlerini uyku bürümüş...”bu kederli türküyü, ananemden, dayılarımdan ve arada bir mırıldandığı tek türkü olan annemden çokça dinleyerek büyüdüm... Hepsi de rahmetliyi anıp bir ah çekerek söylerdi. Anadolu böyle kırık dökük hikayelerle dolu olduğu için türküler fışkırmıştır belki de kim bilir.
 
            Demem o ki; konuşmuş olmak için söz söyleyenlerin, popüler ve çok satan bir şeyler üretebilmek için çabalayanların hakikiliği ne kadar plastikse; türkülerin dokunduğu duygular o kadar sahicidir. Türküleri, sahiplenen hikayeleri vardır.
            “Allah seni ömrümden eksik eylemesin” dedirten biri varsa hayatınızda, ona sıkı sımsıkı sarılın. Bu buruk hikaye de “olsundu” dediğim yegane şey budur. Zira Hatice’yi tanımışlığım, halini
görmüşlüğüm var.
 
                                                                      
 
İnsan, gezip gördüğü yerler kadar, gidip göremediği yerlerinde gurbetini çekiyor... Ve
insan, yaşadıklarından olduğu kadar yaşayamadıklarından da ibaret galiba...
 
                                                                      
 
Keşke diyorum, hayatımıza çakılan kazıkları çıkarabilmenin bir yolu olsaydı. Ve tüm gecikmiş gözyaşlarımızı silecek bir türkümüz olsa ne iyi olurdu..
Yazarın Yazıları