Prof. Dr. İsmail KOCAÇALIŞKAN
  • 25/06/2020 Son günceleme: 25/06/2020 12:53
  • 4.827

Medyadan izliyoruz. Her sene Mayıs - Haziran ayları geldiğinde kene haberleri de gelmeye başlıyor. Kene ısırmasına maruz kalan soluğu hastanede alıyor. Artık rahatça bağa bahçeye, kıra ve pikniğe gidemez olduk. Bir tedirginlik var. Gerçi İstanbul'da pek görülmüyor ama İstanbul'dan Anadolu'ya bilhassa Anadolu'nun kuzey iç kesimlerine tatile gidenler dikkat etmeli.

Kıra giderken pantolonun paçalarını çorapların içine koymak, uzun kollu ve açık renk gömlek giymek, toprağa değil bir yaygı üzerine oturmak gibi tedbirler almak gerekiyor. Eve döner dönmez elbiseleri çıkarıp kene muayenesi yapmayı ihmal etmemek lazım. Şayet kene yapışmışsa zaman kaybetmeden yakında bir sağlık kuruluşu varsa orada aldırmak en iyisi. Çünkü zaman geçtikçe risk artmaktadır. Yoksa kendiniz de alabilirsiniz. Bir eldivenle veya bezle kenenin başına yakın ve yan taraflarından tutarak fazla bastırmadan düz geriye doğru çekerek çıkarmak gerekir.

Çıkarılan kene bir şişeye konulup saklanmalı. Şayet bir hafta içinde ateş, halsizlik, kas ağrısı, baş ağrısı, bulantı ve ishal şikayetlerinden birisi veya birkaçı görülürse hemen saklanan kene ile birlikte en yakın sağlık kuruluşuna gitmek gerekir. Olayı aşırı abartarak hayatı kendimize zehir de etmeyelim, ancak tedbiri de elden bırakmayalım derim.

Ülkemizde ilk kene vakası 2002 yılında görülmüş. Sonraki yıllarda artış göstermiştir. Eldeki verilere göre, dünyada yaklaşık 850 kene türü yaşıyor ve bunlardan 30 kadarı Kırım - Kongo kanamalı hastalığına sebep oluyor. Bu hastalık ilk defa Kırım’da sonra Kongo’da görüldüğü için bu ismi almış. Esasında hastalık amili kene değil kenenin taşıdığı virüs. Ebola’nın kuzeni olarak nitelenen bir virüs. Kene kan emerken virüs kana geçiyor.

Bir görüşe göre virüs taşıyan kene türleri eskiden ülkemizde yoktu. Peki nereden çıktı bu keneler ülkemizde? Görüşler muhtelif. 2000’li yıllardan itibaren ülkeler arası hayvan ticareti arttığından hayvanlar üzerinde dışarıdan ülkemize taşındığını ileri sürenler var. Biyolojik savaş amacıyla düşman bir ülke tarafından getirilip belli yerlere bırakıldılar ve buralarda çoğaldılar şeklinde düşünenler var. Başka bir görüşe göre ise bu keneler ve yol açtıkları hastalık eskiden de vardı, fakat hastalıkla ilgili teşhis teknikleri yetersiz olduğundan hastalık sebebi bilinmiyordu.

Bir başka görüşe göre ise dünyadaki “ekolojik dengenin” bozulması sonucu ülkemizde kene populasyonunda ciddi artışlar oldu. Görüşler içerisinde en muteber olanın bu sonuncu görüş olduğu ağırlık kazanmaktadır. Ben de aynı kanaatteyim. Peki, ekolojik dengenin bozulması nasıl bu sonucu verir?

Çocukluğumda üzüm bağımıza giderken çalıların arasında keklikler öter, kartallar ve atmacalar havada süzülürdü. Şimdi bunları göremiyorum. Horoz ötmesi ve tavuk gıdaklaması bir köyün varlığının emareleriydi. Şimdi köyler sessiz. Bununla kenenin ne ilgisi var demeyin.

 Çünkü, yüce Yaratan canlılar arasında besin zincirinden oluşan bir ekolojik denge tesis etmiştir. İçinde yaşadığımız tabiat Yüce Allah’ın bize bahşettiği bir bütün olup, burada canlılar bir zincirin halkaları gibi birbirine besin zinciriyle bağlanmıştır. Besin zincirinde bir tür başka bir türe rızık olarak yaratılmıştır. Bir canlı türünün ortadan kalkması veya sayısının çok azalması başka bir türün aşırı çoğalıp çevreyi rahatsız etmesine sebep olur.

Tabiatta küçük canlılar hızlı üreme potansiyelinde olduklarından genellikle büyük canlılara rızk olarak yaratılmışlardır. Aksi halde denge bozulur ve kısa sürede her yer küçük canlılarla ve onların leşleriyle dolardı. Büyük balıklar küçük balıklarla, yılanlar farelerle beslenmeseydi denizlerde balık ölülerinden ve karalarda fare leşlerinden geçemezdik. Dolayısıyla, ekolojik denge Cenab-ı Hakkın “Adil” isminin bir tecellisi olduğu gibi, besin zincirindeki rızık olma yoluyla tabiatın temizlenmesi de “Kuddüs” isminin bir tecellisidir.  

Bediüzzaman hazretlerinin “Lem’alar” isimli kitabının Otuzuncu Lem’a bölümünde bu hususa işaret eden şu ifadeler yer almaktadır. “(Bu leşlerden çıkan) zehirli gazlar havayı zehirleyecekti. Yeryüzü ise bir çöplük, bir mezbaha ve bir bataklığa dönecekti”. Halbuki; “İnsanın bulaşık eli karışmamak şartıyla hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik (kirlilik) ve çirkinlik görünmüyor”.

Yukarıda bahsettiğimiz keklik ve tavuk başta olmak üzere bıldırcın, sığırcık ve kırlangıç gibi kuşların ve bazı çekirge türlerinin kenelerle beslendiği bilinmektedir. Sanıyorum 2003 yılıydı. Kuş gribi salgını sebebiyle kırsalda tavuklar toplu olarak itlaf edildi. Böylece ülkemizde gezerek beslenen tavuk sayısı azaldı.

Bunu izleyen yıllarda ise kene vakalarındaki artış bu realiteyi doğrular mahiyettedir. Diğer taraftan tarım ilaçlarının aşırı kullanımı, bilinçsiz avlanma, çevre kirliliği ve küresel ısınmadaki artış gibi sebeplerden dolayı kenelerle beslenen hayvanların sayısında bir azalma olmuştur. Kenelerin avcıları azalınca kene sayıları artmış ve sanki buna sebep olan insanoğlundan intikam alırcasına onları rahatsız ve huzursuz etmeye başlamışlardır.

Tabiata hakim olmak, ona gem vurmak ve boyun eğdirmek gibi fikirlere dayanan müdahalelerin ne kadar hatalı ve tahripkar olduğu, günümüzde sonuçları görününce, daha iyi anlaşıldı. Ozon tabakasının delinmesi yeryüzüne zararlı ultraviyole ışınların daha yoğun gelmesine sebep olmuştur. Bazı gazların aşırı kullanımıyla sera etkisi sonucu küresel ısınma meydana gelmiş ve kuraklık baş göstermiştir. Diğer taraftan zirai ilaçların ve kimyasal gübrelerin bilinçsizce kullanımı toprağı ve suyu kirletmiştir. Bütün bu olumsuzlukların etkisi ile bazı canlıların sayısı azalmış, hatta bazı türlerin nesilleri kesilmiştir.

Ekolojik dengenin korunması için neler yapılabilir? Ana başlıklar halinde söylemek gerekirse; teknolojik gelişme vazgeçilmez bir realite ise de artık çevre dostu yeni teknolojiler üretmek zorundayız. Ozon tabakasındaki deliğin büyümemesi için zararlı gazların kullanımına acilen sınırlama getirilmesi hatta yasaklanması gerekir. Tarım ilaçlarının sentetik olanları yerine bitkilerde sentezlenen ve “allelokimyasal” denilen doğal maddelerin kullanılması ve tarımda kimyasal mücadele yerine biyolojik mücadeleye ağırlık verilmesi gerekir.

Kene ve benzeri küçük canlılara karşı ilaçla mücadele etmek yangına körükle gitmek gibidir. Geçici bir fayda sağlanmasına karşın, küçük canlıların gen elastikiyeti yüksek olduğundan, kısa zamanda bu ilaçlara karşı direnç kazanırlar ve daha da çoğalarak geri dönerler. Onun için kalıcı çözüm ekolojik dengeyi bozmamaktır.

Dünyanın yaşanabilir halde kalması için öncelikle düşünce yapımızı değiştirmeliyiz. İnsan tabiata hakim olmak yerine kendisinin de onun bir parçası olduğunu kabul etmeli ve diğer canlıların hayatını tehdit edecek ve ekolojik dengeyi bozacak fiillerden uzak durmalıdır. İnsan olmadan diğer canlılar yaşayabilir, ama diğer canlılar olmadan insan yaşayamaz.

Yüce Yaratan dünyayı ve içindekileri insanın hizmetine sunmuş ve onlara müdahale hakkı vermiştir. Ancak israf etsinler ve istedikleri gibi kirletip tahrip ederek var edilen dengeyi bozsunlar diye değil. Yoksa aksiyle karşılık görüleceği muhakkaktır.

İnsan her zaman çevresinin bir parçası olduğunun farkında olmalı ve nasıl ki evinin içini, vücudunu ve manevi hayatını temiz tutmaya özen gösteriyorsa aynı şekilde çevresini de temiz tutmaya özen göstermelidir. Bu düşünce inkılabını gerçekleştiremezsek yakında dünya yaşanmaz bir hale gelecek ve insan içinde boğulacaktır.

İnşallah çok geç kalmış olmayız!

Yazarın Yazıları
Yorumlar (0 Yorum)

Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?

Yorum Yaz