Muharrem ERGÜL
  • 23/01/2021 Son günceleme: 23/01/2021 16:50
  • 5.089

Yunan, Roma, Hıristiyan Bizans, Türk-İslam Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin İstanbul’u.

Beş kültür ve uygarlığın birbirlerini izledikleri, birbirlerini yıkmak isterken karışıp harman oldukları büyülü kent.

Doğu ile Batı’nın kavşağında, hem Doğu, hem Batı olan Doğu’dan izler taşırken, Batı’nın kendisi olan kadim İstanbul.

Rum, Ermeni, Yahudi, Cenevizli, Venedikli, Pişalı, Latin Avrupalı, Leventan, Türk, Arap, Arnavut, Boşnak ve daha nice halkların bin yıllar içinde art arda ve kardeşçe, yaşadıkları medeniyet beşiği İstanbul.

V. Charles’in İstanbul’a elçi olarak gönderdiği Busbecg’in “Doğanın, dünyaya başkent olması için yarattığı şehirler kraliçesi” diye tarif ettiği dünya Başkenti İstanbul.

Tarih boyunca yüzden fazla adla anıldı. O’na Bizantion, Antonina, Nea Roma, Megalapolis, Konstantiniyye, Konstantinopol, Dersaadet, İslambol ve İstanbul dendi.

Adını her halk kendi dilinden söyledi. Bu ad hep efsanelerle bezendi. İstanbul, hep kıskanılan, her arzulanan bir türlü sahip olunamayan bir sevgili tadında oldu.

İstanbul’un binlerce yıllık tarihini, insanlığın ve insanların hiç değişmeyen iki tutkusu belirledi.

Zenginlik ve iktidar.

Zenginlik, ticaret.

İktidar, taht ve devlet demekti.

İstanbul her ikisinin de merkezi oldu. Kültürel kaderi, Doğu ile Batı’ya köprü oldu. İki kıtayı aynı anda hem ayıran ve hem de birleştiren dünyanın tek kenti oldu. Tarihsel süreç içinde sınırları belli olan sınırsız bir kentti.

Bugün ise sınırları aşan bir dünya Megapolü görünümündedir. 

Dünkü İstanbul, tarihi yarımada diye tanımladığımız Sarayburnu, Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet’ten başlayıp, üç yanı denizle çevrili olarak, kent surlarına dayanan ana kara ve buraya bağlı,  Galata, Eyüp Sultan ve Üsküdar’dan ibaretti.

Buna 16. Yüzyıldan sonra Boğaziçi kıyıları aktif yaşam alanları olarak eklemlendi.

Yıllar boyunca İstanbul içinde barındırdığı özellikleriyle adeta bir sosyal arkeoloji alanı oldu.

Artık İstanbul bir kenti aşan yapısıyla bir bilim dalı haline geldi.

İstanbul uygarlık tarihinin her alanından her köşesinden aldığı çeşitliliği geleceğe başarıyla taşıdı…

Fener’de Patrikhanesiyle Rumlara kucak açarken, Balatta kendisine sığınan Musevilere ev sahipliği yaptı. 

Fatih’teki Ermeni Patrikliği ve “teba-yı Sadıka” Ermeni cemaatine sahip çıkarken,

Kalem gibi minareli kent, Kafkas ve Balkanlardan gelen Müslüman muhacirlere ev sahipliği yaptı.  

Bunları yaparken de, dinlere ve dillere kardeşlik örneği oldu.

Kısacası İstanbul bir barış ve esenlik kenti olmak istedi.

İstanbul hep bir masalsı kent olmak istedi.

İstanbul şiirler için yaratılmış bir kent oldu hep.        

Yazarların, ozanların, düşünürlerin dilinden İstanbul bir başka anlatıldı.

Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul’u adeta imbikten süzerek anlattı.

Salah Birsel’in İstanbul’u ironilerle doluydu. Ahmet Haşim için İstanbul geceydi. Tevfik Fikret’in İstanbul’u sisler içinde ve umutsuzdu. Asaf Halet Çelebi’de İstanbul, annesinin dilidir.

Vedat Türkali’de İstanbul Haliç’te akşam, Adalarda bahar, Süleymaniye de güneştir.

Atilla İlhan’dan Şehnaz Tango, Nazım Hikmet’te Kuvayı Milliyedir İstanbul.  

Orhan Veli’de dalyan, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nda Gülcemal vapurudur.

Hepsi bir yana İstanbul,

Yahya Kemal’de şeref tacıdır.

Puşkin için İstanbul minareleriyle güzeldir.

Panait Istarti’nin İstanbul’u Galata’daki insan çeşitliliğidir.

Lamartin için İstanbul, Beyrut acılarının unutulduğu kenttir.

Pierre Loti’nin İstanbul’u kafes, han, kervan, şadırvandır.

Sonra İstanbul için derler ki:

İstanbul hep gül kokar, koklamasını bilene.

İstanbul hep sümbül kokar hissetmesini bilene.

Bu şehir hep laledir bakmasını bilene.

İstanbul’da taş medeniyetleri,

Mekan Bizans-ı harç ise Osmanlıyı çağrıştırır.

İstanbul, segâh Yörük semaidir.

Nef’i imzalı gazeldir.

İstanbul, Kâğıthane Nedim,

Feshanede emekçi kadındır.

Göksu’da sandal sefasıyken,

Tersanede elleri nasırlı leventlerdir.

İstanbul, Eyüp Sultan’da kılıç alayı,

Yıldız’da cülus töreni,

Dolmabahçe’de hüzündür.

İstanbul, Rumelikavağı’nda balık,

Anadolukavağı’nda incir,

Boğazın her köşesinde tambur sesi ud sesidir.

İstanbul Adalarda topal martı,

Beyazıt’ta posta güvercini,

Çengelköy’de fil anbarı,

Yedikule’de zindandır.

İstanbul Topkapı Sarayı’nda saltanat,

Sur dibinde sefalettir.

İstanbul, Haydarpaşa garında askerlik,

Sirkesi Garında hüzün,

Kafkas treninde cansız bedendir.

İstanbul, Kız Kulesi’nde mitoloji,

Galata Kulesi’nde entrikadır.

Özetle, İstanbul; ruhların kalıba girdiği muhteşem şehirdir. İstanbul’da ruhların kalıba girdiği en güzel yerlerden biri Boğaziçi semti olan Beykoz’dur.

Beykoz’un uzun tarihinden, Traklar, Bebrikler, Bitinyalılar, Cenevizliler, Venedikliler, Bizanslılar, Osmanlılar geldi ve geçtiler.

Bugün Beykoz, İstanbul’un en güzel Boğaziçi semtlerinden birisidir. Beykoz adı üzerinde birçok rivayet anlatılır. Farsça “kos” ile Türkçe “bey” sözcüklerinin birleşmesinden oluşan “beyköyü” sözcüğü Beykoz olarak söylenir diyen vardır.

Beylerin yaşadığı yerde çokça ceviz olması ve cevize “koz” denmesinden ilham alınarak “Beykoz” denmesi de yakıştırılır.

Adı ne olursa olsun, Beykoz fıskiyenin tepesindeki su zerreciği gibi değişerek hep aynı kalmaya çalışır.

Yalıları, konakları, kasırları, mabetleri, çeşmeleri ve has bahçeleriyle Boğaziçi’nin özel bir köşesidir Beykoz.

Sularıyla, balıklarıyla, meyve ve sebzeleriyle kendisine gelenlere cömert davranan bir sebilci gibidir.

Evliya Çelebiye göre İrem Bahçesi,

Behçet Cemal Çağlar’a göre ab-ı hayat suyu,

Ahmet Mithat Efendi’ye göre dünyanın merkezidir.

Orhan Veli’de Beykoz İstanbul’u gözleri kapalı dinlediği yerdir.

Beykoz ekonomisi Tanzimat döneminde kâğıda can vermiş, Cumhuriyet döneminde fabrikalarıyla Anadolu’yu beslemiştir.

Ayakkabıyı ayağına giyen Anadolu köylüsü Beykoz Kundurasıyla gurur duyarken, Çelebi Ahmet Efendi’nin cama hayat verdiği Çeşm-i Bülbüller ekonomiyi canlandırmıştır.

İstanbul Türkiye’yi geleceğe taşırken, Beykoz’da kendi kültürel geçmişiyle modern dünyada yerini almaya çalışmaktadır.

Yazarın Yazıları