Saadettin KILIÇ
  • 16/02/2020 Son günceleme: 16/02/2020 19:13
  • 3.121

Makine gücünün, beden gücünü alt ettiği son iki yüz yılda, Rönesans sürecini çoktan tamamlamış Batı dünyası; özellikle bilim ve teknoloji alanında İslam dünyasından çok daha ileri düzeye gelmiştir. Bu yadsınamaz gerçek ve nedenleri herkes tarafından açıkça kabul edilmektedir...

Fakat bu nedenlerden bu güne kadar pek dillendirilmeyen ama en önemlisi; İslam âleminin rehberi olan Hz. Muhammet Mustafa’nın temel ilkesi; “Yarın ölecekmiş gibi ibadet et, hiç ölmeyecekmiş gibi çalış” sözünün eksik anlaşılması veya taammüden eksik (güdük) uygulanmasıdır.

Ne yazık ki; Hz. Muhammet Mustafa’nın ölümünden sonra güya İslam’ın yolundan giden pek çok Müslüman siyasetçi, bu sözün bu dünya ile ilgili oluşan bölümünü; yani “hiç ölmeyecekmiş gibi çalış sözünü,  taammüden ihmal etmiş veya ihmal ettirmişlerdir.

Örneğin; yarın ölecekmiş gibi bütün Müslümanlara ibadet edebilecekleri çok sayıda boş camiler, tekkeler ve sözde “Bilgi Evleri” yaptırmışlar ama insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi de çalışabilmeleri için bilim-sanat, kültür yuvaları, fabrikalar ve yeni iş alanları açmamışlardır.

Bu dünya için mutlak gerekli olan bilim, kültür, sanat, zanaat ve teknolojiye yeterince zaman ve fırsatlar yaratmamışlardır. Tam tersine:

Müslüman Türkler, ekonomik bağımsızlıklarını kazansın ve namerde boyun eğmesinler diye, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurdurduğu pek çok bilim yuvası, fabrika ve iş alanlarını babalar gibi” satmış; ya da kapatmış; işsiz, geleceği güvensiz, sendikasız, sigortasız, sözleşmeli ve az bilgili yarınları iki dudak arasında milyonlarca mutsuz insan toplulukları yaratmışlardır.  

19 Haziran 2007 tarihinde NTV Televizyonunda açıklamalar yapan Alevi Bektaşi Genel Sekreteri Turan Eser, tam 12 yıl önce ülkemizi şu sözlerle özetlemişti:

Bir ülke, Diyanet’e bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor ve bu oranı her yıl ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?”

Gerekir tabi, çünkü *Rönesans yaşamış toplumlar bu dünyadaki zamanlarının çok büyük bir bölümünü, yine bu dünya nimetlerinden yararlanmak için kullanırlarken, Hz. Muhammet Mustafa ve Mustafa Kemal Atatürk’ü doğru algılamayan veya algılatmayan sözde Müslüman yöneticiler ise taammüden tam tersini yapmışlardır.

Sık, sık bu dünyanın fani ve önemsiz olduğunu ve asıl öteki dünyanın ebedi ve daha önemli olduğunu fetvalamış, insanların bu dünya için düşünmeleri erteleyip, haksızlığa, hırsızlığa, yolsuzluğa, hortumculuğa başkaldıramayacak; sunulanlara razı olan, rıza gösteren, baş eğen, boyun eğen, uysal kullar yaratmışlardır.

Oysa Kuranı Kerim’deki öteki dünya ile ilgili ayetler çok net bir ifadeyle bu dünyanın fani, yani ölümlü, yani geçici bir sınav dünyası öteki dünyanın ise ebedi, yani sonsuz ödüllü veya cezalı sonsuz bir yaşam olduğunu ifade etmek için yazılmıştır. Öteki dünyanın ebedi ve sonsuz olması, mutlak olan bu dünyanın önemsiz olduğu anlamına gelseydi,  Hz. Muhammet Mustafa, bütün Müslümanlara hiç “ölmeyecekmiş gibi çalışın” der miydi?   Elbette ki demezdi...

Ama ne yazık ki;  milyonlarca Müslüman insan;  hem İslam dinini,  hem de Atatürkçü düşünceyi güdük uygulayan kimi siyasetçiler yüzünden bu dünyada daha az çalışır, daha az bilgilenir ve daha az güçlü olabilirler. Mutlak olan bu dünya için daha çok çalışan Rönesans genetikli Batılılar da daha çok çalışır, daha çok bilgilenir ve daha çok güçlenirler.

Bunun en somut örneklerinden biri; Gayrimüslim bebeklerle, Müslüman bebekler arasında ki yetişme tarzıdır.

Gayrimüslim bebekler dünyaya geldikleri andan itibaren ebeveynlerinden ilk önce bu dünya için mutlu olunacak bilgileri öğrenirler. Anne-Babalarının eğitim veya yönlendirmeleriyle ya zanaatçı, ya sanatçı, ya da bilim insanı olarak yetiştirilirler.

Müslüman bebekler ise dünyaya geldikleri andan itibaren genellikle (anne-babaları) ebeveynleri tarafından daha çok göreceli olan öteki dünya için eğitilirler...

Ülkemizdeki Müslümanlar arsında 7–17 yaş arası zorla, ya da rızasıyla her yıl düzenli veya aralıklı “Kuran Kursuna” gönderilmeyen kaç kişi vardır? Peki, aynı zamanda SAZ ya da PİYANO kursuna zorla ya da rızasıyla gönderilen kaç kişi vardır?  (Aleviler hariç!)

Dünyadaki ilk filozof “THALES” n de yaşadığı Anadolu topraklarında, gelmiş geçmiş bunca medeniyetler içinde Müslümanlara ait bir tek antik tiyatronun bulunmayışı bir rastlantı olabilir mi?  “tiyatro, sinema, sanat olsa ne olur, olmasa ne olur?” denilebilir mi?

Sinema, tiyatro veya en genelde sanat; her ülkenin sorgulamayı beceren namuslu, cesur, çalışan ve zeki insanlarının neleri hayal ettiğini ve neleri gerçekleştirebileceğini gösteren; Yaratıcı Beyinlerin Yarıştığı, En Büyük Olimpiyattır. O Olimpiyatlarda olsam, ne olur, olmasam ne olur denilir mi?

Yineliyorum, Kuranı Kerim, , değişmesi ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez dini bir kitaptır bir başkasının, bir başkasına öğretmesine gerek duyulmayacak kadar sabit, anlaşılır ve apaçık dilde yazılmış bir kitaptır… Ne özel kursa, ne de kusurlu öğreticilere  ihtiyacı vardır…

Kuran-ı Kerim-i gerçekten öğrenmek isteyenlerin; aracılara ve siyasi şarlatanlara değil sadece kendi dilinde okuma yazmayı öğrenmeye ihtiyaçları vardır.  Etten, kemikten olmuş bazı din tacirleri tarafından kursla veya okulla öğretilmeye gerek duyulan bir kitap kesinlikle değildir. Arapça dilini tam bilmeyenler tarafından ezbere okunduğunda da anlaşılan bir kitap değildir…

Tam aksine kendi dilinde okuma yazma bilen her insanın, hiçbir baskı altında kalmadan anlaması ve kavraması gereken kutsal bir kitaptır. Bir zamanların dünyaca ünlü sanatçısı olan Amerikalı Cat Stevens-YUSUF İSLAM’IN öğrendiği gibi, öğrenilecek bir kitaptır...

Kuran’da da öyle yazıyor zaten. Duhan Suresi Ayet 19: Allah’a üstünlük taslamayın. Çünkü ben size apaçık bir delil getirdim. Kamer Suresi Ayet 32:  Ant olsun ki, biz Kuran-ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık.  Düşünüp öğüt alan yok mudur?

…Bilindiği gibi Kuran-ı Kerim, kolay anlaşılması için Arapların kendi dillerinde indirilmiş bir kitaptır. Yaklaşık 250-300 yıl sonra 9. ve 10. yüzyılda başka dillere de çevrilebildiği için kendi ana dilinde okuma yazma bilen herkesin apaçık anlayabileceği kutsal bir kitap haline getirilmiştir... Fakat birkaç sözcük Arapça öğrenen kimi din tacirleri sanki apaçık; ANLAYAMAYA-LIM” diye Kuran dışı amelleri kutsal ayetmiş gibi yutturmaya çalışıyorlar.

Oysa dünyanın neresinde olursa olsun; insanlar kendi ülkelerinde doğal, canlı laboratuar ortamlarında bile, kendi öz dillerini öğrenmekte, anlamakta, ifade edip kullanmakta çok uzun süreler geçirirlerken, yine kendi öz dilini doğru dürüst bilmeyenlerin, bir camii hocası marifetiyle yabancı bir dil olan Arapçayı konuşma ve anlama yeteneğiyle ifade etmesi mümkün değildir?  (istisnalar hariç) .

Üstelik Arapça dünyada en zor öğrenilen üç, beş dilden biri, Türkçe ise Atatürk’ün yaptığı harf devrimi ile en kolay öğrenilebilen üç, beş dilden biridir. (Öğrenilmesi "en zordiller sırasıyla Arapça, Çince, Japonca ve Korece’dir.) Arapça öğrenmek veya öğretmek camilerdeki kuran kurslarının yetkisi ve yetkinliğinde değildir.

Arapça dili, Müslüman bile olsak biz Türkler için yabancı bir dildir, yabancı dil öğrenmek veya öğretmek özel uzmanlık gerektiren diplomalı bir iştir. Bunun için akademik eğitimler alan- veren yetkili dershaneler ve okullar vardır. Peki, kaç cami İmamının yabancı dil öğretme yetkisi ya da yeteneği vardır?  Ve bugüne kadar sadece kuran kurslarında Arapça dili tam ifade edebilir düzeyde öğrenen hiç kimseye rastladınız mı? (istisnalar hariç)

Yaklaşık 1500 yıl önce yaşayan ve doğal olarak bize göre daha az bilgili olan o çağdaki insanlar anlayabilsinler diye apaçık yazılmış bu ayetleri, 2000li yıllarda yaşayan insanların kendi dillerinde anlayamayacağını düşünmek hiç akla uygun bir görüş olabilir mi?

Bu nedenle; M. Kemal Atatürk, İslam dininin özünden hiç bir değişikliğe gidilmeden Müslüman Türkler, kendi dinlerini dosdoğru ve kendi dillerinde kolayca öğrenebilsinler diye; Kuran-ı Kerimi Antalya-Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’a Türkçeleştirmişti.

Çünkü Çanakkale Savaşı’nda aydınları ve neredeyse tüm okuryazarlarını kaybeden Türkiye’nin, Arapça okuma yazma bilmeyen insanlarının oranı yüzde doksanın üstündeydi…

Sadece bir avuç Saray Seçkinleri Osmanlıca-Arapça okuyup, yazabiliyorlardı.

Üstelik Türkçenin en az üç bin yıllık çok zengin kültürü ve dili vardı. Başka bir ülkenin dilini kullanmaya ve o dilin kültür egemenliği altına girmeye ne gerek vardı? “Bağımsızlık Karakterimdir”  diyen M. Kemal Atatürk, kişisel çıkarları için başka bir milletin dil ve kültür boyunduruğunu kabul eder miydi? Etmezdi ve ettirmez de…

Ayrıca M. Kemal Atatürk, Kuran’daki Sure ve Ayetlerin; anlamlarını sihirli bir ses gibi algılatmak isteyenleri de göz ardı etmemişti. 5 Şubat 1932 tarihinde Süleymaniye Camii’nde Kuranı Kerim-i Türkçe okuması için, zamanın en güzel ses sanatçılarından olan Saadettin Kaynak’tan *Bakara Suresi Ayet, 11–12 ve 13’ü okumasını özellikle istemiştir.

Neden mi Saadettin Kaynak?

Çünkü İslam fıkhına göre Kuran-ı- Kerim, öncelikle en güzel sesli insanlara okutulur.

Saadettin Kaynak da zamanın en eğitimli ve en güzel sesli insanlarından biriydi.

Herkes dinini en güzel sesten, kendi dilinde dosdoğru anlasın diye Atatürk bu görevi ona özellikle vermişti…

*Bakara Suresi:

Ayet–11- Onlara: Yeryüzünde bozgunculuk etmeyin” dense; Biz ıslah ediciyiz derler.

Ayet–12- Gerçekte ise asıl bozguncu onlardır ama farkında değillerdir.  

Ayet–13- Kendilerine; inanan insanların inandıkları gibi, siz de inanın dense, derler ki;

“Biz akılsızların inandıkları gibi inanır mıyız? “

Doğrusu asıl akılsızlar kendilerdir ve bunun farkında değildirler. 

Yazarın Yazıları
Yorumlar (0 Yorum)

Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?

Yorum Yaz