A. Raif ÖZTÜRK
  • 16/11/2019 Son günceleme: 16/11/2019 21:30
  • 3.169

İslam’da iş ahlakı kurumsallaşma

“İş ahlâkı” denilince; İslâm’ın yaşandığı beldelerde, yüzlerce güzel örnekler akla gelebilir. Benim ise ilk önce ‘Fatih Sultan Mehmet’in, kıyafet değiştirerek esnafı teftişi’ aklıma geliyor. Şöyle ki:

Sabahın erken saatlerinde genç sultan hiç tanınmayacak bir kıyafetle bir bakkala girer. Bir miktar peynir ve zeytin ister. Bakkal sadece peyniri verir ve “kardeşim, ben peynir ile siftahımı yaptım, biraz ilerideki bakkal kardeşimiz dükkânını yeni açtı. Zeytini ondan alınız ki, o da siftahını yapsın” der. Genç sultan denileni yapar, fakat o da üçüncü talebini nezaketle vermeyerek, “onu da arka sokaktaki esnaf kardeşimden alır mısınız?” der.

Genç sultan ısrarlarla birkaç esnafı bu şekilde dolaştığı halde, bir sonraki talebi hep komşu esnafa yönlendirilince tenha bir köşeye çekilir ve ellerini semâya açarak şöyle şükreder: “Eyyy Yüceler Yücesi Allah’ım, bende böyle güzel ahlâklı teb’a varken, ben değil İstanbul’u, dünyayı bile fethederim…”

Bu kıssayı yazarken, Hz. Ömer’in de bir hatırası aklıma geldi.

Hz. Ömer de tebdil-i kıyafetle semti dolaşırken, bir evin avlusunda bir anne ile kızının münakaşasını işitir. Münakaşa içinde “Ömer” kelimesi geçtiği için dikkat kesilerek, konuşmalara kulak verir. Anne, kızına:

-“Kızım; görüyorsun ki sütümüz müşterilere yetmiyor, süte şu kadar su karıştırıver!” Kızı itiraz eder:

-Asla olmaz anne, Halife Ömer bunu yasakladı. Anne devam eder:

-Kızım bu saatte Ömer nereden görecek ki? Kızı daha ciddi bir ses tonuyla:

-Anneciğim, halife Ömer görmese de Allah kesinlikle görüyor yâ… ..diyerek reddeder.

Hz. Ömer bu olaydan sonra bu kızı, oğlu Abdullah’a ister ve evlendirir. İşte bu evlilikten sonraki nesilde, tüm kargaşaları sükûna erdiren ve dedesi Hz. Ömer gibi âdil, dirayetli, kahraman ve İslâm’ın ilk müceddidi olan Ömer Bin Abdülaziz dünyaya gönderilir.

Siz bu iki kıssayı hatırlayınca; “Bunların biri altın çağdan, biri ise asr-ı saadetten” diye düşünebilirsiniz endişesiyle, bir de yakın tarihten örnek arz etmek istiyorum:

O, kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşlarını gemiye yükledi. Endonezya'ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir Müslümandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi.

Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu: Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendim.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?
..diye hayretle devam etti. Beş akçelik kumaşı, on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın.

-Efendim müşteri o fiyata razıydı ve hiç te itiraz etmedi. Güzel ahlâklı patron devamla:

-Görsen tanır mısın onu?
-“Elbette tanırım efendim” diyen eleman gitti, müşteriyi çarşıda buldu, getirdi.

Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri çok şaşırmıştı. Bu kadar çok bir para, nasıl ısrarla iade edilebilirdi ki? Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.
-Ne demekti hakkını helâl et?... Olay kısa sürede dilden dile dolaştı.

Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırdı.

Kral sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz hiç duymadık. Bunun aslı nedir?
-Ben,
dedi tüccar, bir Müslüman'ım. İslâm dini bize böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral:
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? ..gibi peş peşe sorular sordu.

Birer birer sorularını cevapladı tüccar. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm'ı kabul etti. Daha sonra yakın çevresi ve kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.

İşte 250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya'nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır, sadece şu beş akçelik kumaştı, yani İslâm’ın iş ve ticaret ahlâkıydı...

Yapılan tek şey vardı sadece. İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin şu müjdesi de herkese açık: "Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir."

Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hâl diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi. (Mehmet Paksu hocamın bir kitabında okumuştum.)

Ayrıca Yüce Rabbimiz bizlere Kur’ân-ı Kerîm, inşirah S., 7.’de, “..elinizdeki işi bitirince, hemen başka bir işe girişiniz” derken, boş durmamayı, çalışkan olmayı emretmiyor mu? Hatta bugünün tıbbı da yorulduktan sonra, başka bir işe girişildiğinde, vücut, akıl ve zihinde dinlenme ve ferahlama gerçekleştiğini de itiraf ediyor. Yani âdeta bu âyeti doğruluyor…

Bir de böylesine güzel bir iş ahlâkının kurumsallaştığını düşününüz? Böyle toplumlardaki huzur, güven ortamı ve dayanışma da kendiliğinden tesis edilmiş olacaktır.

Kurumsallaşma konusuna; Kur’ânın asrımıza bakan bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eserlerinde “İştirâk-i Emvâl” (mal ve iş ortaklığı) prensiplerine çokça rastlıyoruz. Meselâ;

Basit bir lâmba yapmak için bile; lâmbanın gövdesini, camını, fitilini, gazını ve makinasını aynı kişi üstlenince bir günde 3 lâmba yapabilirse, 5 kişi 15 lâmba yapabilir. Oysa görev taksimi yapılarak bant usulü lâmba üretilse, aynı 5 kişi 50-60 lâmba üretebilir…

Benzer örnekler, ihlâs hakkında, iğne yapımı için ve Kur’ân hizmetleri için de veriliyor.

NETİCE: Risale-i Nur’da, “Terakkiyât (ülkelerin ve müesseselerin kalkınması) ve asayişler; mesailerin tanzimine (iyi bir organizasyona), emniyetin tesisine (güven ortamının sağlanmasına) ve teâvün düsturlarının teshiline (yardımlaşma ve dayanışma prensiplerinin kolaylaştırılmasına) muhtaç” olduğu, teferruatıyla izah ediliyor. (L.215. & M.N.)

 

Yazarın Yazıları
Yorumlar (0 Yorum)

Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?

Yorum Yaz