“Türkiye, 2025 yazında ilk kez kapsamlı bir İklim Kanunu çıkardı. İktidar bunu “tarihi bir dönüm noktası” olarak duyurdu. Yasa; 2053 net sıfır hedefini resmileştiriyor, emisyon ticaret sistemi kuruyor, şirketlere raporlama yükümlülüğü getiriyor ve ihlallere milyonlarla ifade edilen para cezaları öngörüyor.
”
İlk bakışta bu düzenleme, Türkiye’nin iklim politikalarında yeni bir sayfa açıyor gibi görünüyor. Ancak mesele sadece bir kanun metni yayımlamak değil; içeriğiyle, niyetiyle ve toplumsal etkisiyle bu düzenlemenin gerçekten dönüştürücü olup olmadığı. Muhalefetin, çevre hareketlerinin ve akademisyenlerin itirazları, bu sorunun cevabını bulmamıza yardımcı oluyor.
Kanunun en çok öne çıkarılan kısmı, Türkiye’nin 2053 net sıfır emisyon hedefi oldu. İktidar bunu “iklim krizine karşı kararlı duruş” olarak tanıttı. Ancak muhalefet partileri bu söylemin altının boş olduğuna dikkat çekiyor. Çünkü yasa, 2030 ve 2040 gibi ara hedeflerden hiç bahsetmiyor. Oysa dünya iklim politikalarının temel mantığı, kısa vadeli aşamalarla ilerlemek. Avrupa Birliği’nin 2030 için yüzde 55 emisyon azaltım hedefi var. ABD, Çin ve diğer büyük ekonomiler de ara hedefler koyarak yol haritalarını çiziyor. Türkiye’nin yasasında ise 2053 dışında somut bir tarih yok. Bu nedenle muhalefet, “Bu yasa sorumluluğu bugünden alıp geleceğin belirsizliğine havale ediyor” diyor. CHP’den bazı milletvekilleri meclis kürsüsünde şu soruyu yöneltti: “2053 geldiğinde bu hedefin hesabını kim verecek? İktidar mı, yoksa bu ülkenin geleceğini devralacak yeni nesiller mi?”
Enerji meselesinde de tablo farklı değil. Türkiye’nin enerji üretiminin yaklaşık üçte biri hâlâ kömürden sağlanıyor. Zonguldak’tan Afşin-Elbistan’a kadar onlarca kömürlü termik santral, sadece sera gazı değil, aynı zamanda halk sağlığını tehdit eden kirleticiler yayıyor. Avrupa ülkeleri kömürden çıkış için net takvimler açıklarken, bizim yasamız bu konuyu yok sayıyor. Bu yüzden muhalefet ve çevre örgütleri aynı noktada birleşiyor: “Kömürden çıkışı konuşmadan iklim yasası olmaz.” Çünkü kömür konusunu es geçmek, bu yasayı iklim krizine karşı gerçek bir yanıt olmaktan çıkarıp, Avrupa Birliği’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması baskısına karşı çıkarılmış teknik bir uyum yasasına dönüştürüyor.
Bir diğer büyük eksiklik tarım arazilerinin korunmaması. Türkiye iklim krizinin etkilerini en çok kuraklık, erozyon ve tarımsal verim kaybı üzerinden hissediyor. Konya Ovası’nda yer altı suları hızla tükeniyor, obruklar açılıyor; çiftçiler her yıl daha az suyla daha düşük verim almaya mahkûm ediliyor. Trakya’da sanayi baskısı yüzünden verimli tarım alanları betonlaşmaya teslim oluyor. Ege’de zeytinlikler enerji projelerine kurban ediliyor, Akdeniz’de narenciye bahçeleri sıcak dalgalarıyla yanıyor. Tüm bu tabloya rağmen iklim yasasında çiftçiyi destekleyecek, toprağı ve suyu koruyacak somut bir plan yok. Oysa iklim değişikliğinin ilk vurduğu kesim köylü, üretici ve tarımsal ekonomidir. Muhalefet bu nedenle haklı olarak, “İklim yasası çıkarmak yetmez, gıda güvenliğini de güvenceye almak gerekir” diyor.
Yasanın hazırlanış süreci de eleştirilerin merkezinde. Çevre örgütleri, akademisyenler, muhalefet partileri, hatta yerel yönetimler sürece dahil edilmedi. Çoğu düzenleme, Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın bürokrasisi içinde kapalı kapılar ardında şekillendirildi. Muhalefet bu nedenle kanunu, “Türkiye’nin değil, iktidarın uluslararası vitrinini süslemek için hazırlanmış bir yasa” olarak tanımlıyor. Oysa iklim krizi teknik bir rapor konusu değil; toplumun tamamını ilgilendiren, katılımcı bir dönüşüm süreci. Çiftçi, sanayici, belediye ve tüketici sürece dahil edilmeden hazırlanan bir yasa, kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olur.
Kısacası, bu yasa sembolik açıdan önemli olsa da hayatın içine yansıması çok sınırlı görünüyor. Çiftçi kuraklık karşısında nasıl desteklenecek, belediyeler sel ve yangınlarla nasıl başa çıkacak, sanayi ETS yükümlülüklerine uyarken hangi teşviklerle dönüşecek? Şimdilik hiçbir sorunun cevabı net değil. Kağıt üstünde büyük görünen bu düzenleme, günlük yaşamda küçük bir adım olarak kalabilir.
Sonuç olarak İklim Kanunu, Türkiye’nin iklim politikalarında bir ilk. Bu açıdan reddedilemeyecek bir öneme sahip. Ancak eksiklikleri giderilmezse, bu yasa gelecek nesillere umut değil, sadece iktidarın prestij vitrininin süsü olacaktır. İktidar bunu “gelecek nesiller için atılmış büyük bir adım” diye tanıtırken, muhalefet “uluslararası baskıya verilmiş teknik bir cevap” olarak görüyor. Gerçek soru ise hâlâ önümüzde duruyor: Bu yasa iklim krizine karşı gerçek bir toplumsal dönüşümün kapısını mı açacak, yoksa sadece bugünün siyasetine hizmet eden bir vitrin düzenlemesi mi olacak?
Ve işte tam da burada mesele rakamların, hedeflerin ya da cezaların ötesinde bir anlam kazanıyor. Çünkü iklim yasası dediğimiz şey sadece sanayicinin karbon emisyonunu azaltmasıyla ilgili değil; Konya Ovası’ndaki çiftçinin toprağını sulayabilmesiyle, Trakya’daki köylünün tarlasını beton baskısından koruyabilmesiyle, Ege’deki zeytin ağacının ayakta kalmasıyla, Akdeniz’deki narenciye bahçesinin kavurucu sıcağa direnebilmesiyle ilgilidir. Çocuklarımızın tabağındaki ekmeğe, soframızdaki zeytine, su bardaklarındaki son damlaya kadar uzanan bir meseledir.
Bu yüzden sorumuz çok yalın ama çok hayati: Bu yasa gerçekten geleceğimizi mi kurtaracak, yoksa sadece bugünün siyasetini mi kurtaracak?
YORUMLAR