A. Raif ÖZTÜRK
  • 29/11/2015 Son günceleme: 29/11/2015 19:33
  • 6.719

Her birimiz için hem bir ibret-i âlem olan, hem de müthiş bir tefekkür kaynağı olan KARANLIKTA DİYALOG etkinliklerini sizlere tanıtmaya çalışacağım bugün.

“Karanlıkta Diyalog” nedir? Elbette bilenleriniz ve gidenleriniz vardır. Dikkat ediniz, “görenleriniz” demedim, çünkü oraya gittiğinizde ve içeriye girdiğinizde görmez oluyorsunuz. Kapkaranlık bir dünyaya giriyorsunuz. Yani “Sıfır ışık” tabir edilen, 1650 m2’lik ve kapkaranlık bir mekâna giriyorsunuz. Oraya girdiğinizde, âmâ kardeşlerimizin dünyalarını bir nebzede olsa yaşayabilmek için, 90 dakikalığına siz de bir nevi KÖR, yani ÂMÂ oluyorsunuz. Elinize, âmâların gözü hükmünde olan bir “beyaz baston” veriyorlar. Nasıl kullanıldığını da öğretiyorlar. Sonra sizi o kapkaranlık mekâna sokup, gerçekten âmâ olan bir kılavuza sizi teslim ediyorlar. Oysa, dışarıda bizler onlara kılavuzluk yaparken, burada bir âmâ kişi bize kılavuzluk yapıyor ve kendi karanlık dünyalarını bize anlatmaya çalışıyor…

Tamamen şaşkın bir şekilde o zifiri karanlıkta beklerken, 5-6 metre uzaktan seslenen âmâ kılavuzunuzun “sesime doğru geliniz” komutunu duyuyorsunuz. Girişte öğretildiği gibi, bastonunuzu önünüzdeki kaldırıma 30 derece açıyla sağa-sola gezdirip, yere tıklatarak, tedirgin bir şekilde ilerlemeye çalışıyoruz. Rastladığımız engellerin sağında veya solunda yürüyebileceğimiz boşluklar bulmaya çalışıyoruz. Diğer yandan da kılavuzumuzdan “sesime doğru geliniz”, “solunuzdaki duvarı takip ediniz”, “kaldırım boşluğuna dikkat ediniz” veya zaman zaman da “uzattığım elimi tutunuz” gibi yardımlar alıyoruz…

Evet, ilk durağımız bir “yaya köprüsü” oldu. Köprünün sağına ve soluna konulan trabzan denilen korkuluklarla güvenlik sağlanmış. Kılavuzumuz bize “bir elinizle trabzanı tutarak, diğer elinizdeki baston ile önünüzü görerek (!!!) köprüyü geçiniz” dedi. Köprüyü geçtikten sonra, bazı engellere tökezlerken “sarı patates, dolmalık biber, elmaya gel elmaya” gibi naralar duymaya başladık. Kılavuzumuz “nereye geldik” diye sordu. Biz, “pazara geldik” deyince, “bakın bakalım en yakınınızdaki tezgâhta neler var” derken içim “CIZZZ” etti. “Nasıl bakalım ki” diyebildim. O da “Bizim gibi bakın” dedi. Öyle ya, onların karanlık dünyalarını yaşamıyor muyduk? Bastonumu yere tıklatarak bir tezgâh buldum ve elimi sandıklara sokup bulduklarımın adlarını söylemeye başladım. “Bu elma, bu armut, bu havuç, bu biber, bu domates vs.” İçim yine CIZZZ etti. Sağlam mı, çürük mü, olmuş mu, yani kırmızı mı, yeşil mi olduğunu nasıl anlayacaktık? Hiçbir renk ve şekil göremeyince, ilâhî san’atları nasıl tefekkür edecektik? Derken kılavuzumuzun “sağa doğru ilerleyelim” çağrısını duyduk.

O Zifiri karanlıkta kaldırımda yürümeye çalışırken, dümdüz bir engel ile karşılaştık. Kılavuzumuz Engin Bey “neye tosladığınızı keşf ediniz” dedi. Bastonumuzu kolumuzun altına alarak o nesneyi ellerimizle yoklamaya başladık. Bir süre sonra otomobil olduğunu anladık. Engin bey bize “markasını” sordu. Yeğenim Muammer ve ben birimiz önündeki, birimiz arkasındaki amblemi aradık, bulduk ve ellerimizi üzerinde dakikalarca dolaştırarak anlamaya çalıştık, fakat anlayamadık. Meğer Peugeot markaymış. Oysa biz görüyorken, bunu uzaktan bir bakışta anlıyorduk, değil mi? Bir de “ne renk” olduğunu sormaz mı? Biz itiraz edince “ne renk olduğunu hissettiyseniz, onu söyleyin” dedi. Farklı renkler söylediğimiz halde, ikimize de “evet, doğru, bildiniz” deyince biz yine şaşkınlık içinde sebebini sorduk. “Körler, bir nesneyi hangi renk hissederlerse, o nesne, onun için o renktir” dedi. Bu şok üzerine, gözlerimizi bizlere karşılıksız bahşeden Allaha cc şükürler ettik…

Oradan ayrılarak büyük zorluklarla ilerlerken, bir kapıya geldik. İçeriye girmemiz söylendi. İçeriye girince yumuşak bir zemin ile karşılaştık. Bize, “nereye girdiğimiz” soruldu. Biz “zemini halı olan bir odaya girdik” dedik. “Zeminin halı olduğunu nereden anladınız?” diye sorulunca, biz “ayağımıza yumuşak gelince anladık” dedik. Kılavuzumuz, “demek ki âmâlar ayaklarıyla da görüyormuş” deyince, âdetâ sarsıldım. Çünkü hiç böyle düşünememiştim…

Oradan çıkıp o zifiri karanlıkta zorluklarla yürürken, futbol maçı tezahüratları olan yüksek fon sesler duymaya başladık. Nereden geçiyoruz diye sorulduğunda biz “bir stadyumun yanından” dedik. Kılavuzumuz Engin Bey bize, “hadi o zaman biz de girelim” dedi. Zifiri karanlıktaki o mâlum zorluklarla içeri girdik ve bizi boş bir kalenin önüne getirdi. Bize  “Ben kaleye geçtim, size verdiğim top ile bana gol atın” dedi. Topu yere koydum fakat kalkıp bir adım geri gidince, topun yerini, kalenin mesafesini, enini, boyunu görmeden hesaplamaya çalışırken, bir şok daha yaşadım. Bana göz veren Rabbime bir kez daha şükrettim…

Köşe yazısı sınırlarını zorlayıp sizi de sıkmamak için, bundan sonrasını kısaca özetlemek zorundayım. Stadyumdan da çıktık ve mâlum olan bütün zorluklarla bir tramvaya bindik, Kabataş’ta indik. İstanbul boğazından karşıya geçebilmek için bir motora bindik. Deniz, martı ve motor sesleriyle ve muhabbetlerle Üsküdar’a geçtik. Zifiri karanlıkta ve büyük zorluklarla motordan indik ve bir kafeye girdik. Boş yer bulup oturduk. Murat bey adında bir âmâ bize “hoş geldiniz” diyerek menüyü saydı ve biz çay istedik. Orada para ödeme sırasında ve çay içerken üzerimize dökme riskleriyle, âmâ kardeşlerimizin dünyalarını çok daha iyi anladık. Bu arada yeğenim kılavuzumuza, “mademki hiç bayan kılavuz yok, size manken gibi güzel bir bayan rastlayınca ne yapıyorsunuz?” ..diye bir espri yaptı. Verilen cevap bizi âdetâ şok ederek, bu karanlık dünyayı çok daha iyi anlamamıza sebep oldu. “Biz âmâlar, insanların sadece seslerini işitiyoruz. Manken gibi güzel mi, yoksa cadı gibi çirkin mi olduğu, bizce tamamen meçhuldür…” ..Hoş ve ibretlik bir kafe sohbetinden sonra kılavuzumuzla birlikte dışarıya, yani aydınlığa çıktık. Kılavuzumun şemâilini de merak ediyorduk. Sesine göre yaptığımız yorumlara ve tahminlerimize hiç uymadığını fark ettik. Fakat o bizi, sesimize göre nasıl tahmin ettiyse, öyle tanımaya devam edecek... Görme özürlerine rağmen, bizlerden daha çok şükrettiklerini de fark ettik ve kendimizden utandık. Dileriz ki onlar da şifa bulurlar, gözleri açılır ve görmek istediklerini gerçek olarak görerek, tanıma imkânına kavuşur…

Hadîs-i Kudsî: “Kulumun GÖZ nûrunu aldığımda, sabır ile karşılarsa, Ben ona hesap sormaktan hayâ ederim.” Cennetin başköşesine gidecek olan sâbirîne ne mutlu…

Şimdi siz, birçoğunu arz etmekten âciz kaldığım “bu ilginç mekânın nerede” olduğunu merak ediyorsunuz, değil mi? Arz edeyim: İstanbul, Gayrettepe Metro istasyonun, eksi 1. Katındadır. Giriş, kişi başı 30 TL. ’dır. Herkese, hararetle tavsiye ediyorum… Duâ beklentilerimle.

Tanıtım LİNKİ İÇİN TIKLAYINIZ  

Yazarın Yazıları