A. Raif ÖZTÜRK
  • 01/01/1970 Son günceleme: 22/01/2012 23:11
  • 15.090

Laboratuarda, bilgisayar başında ve uygulamalı konuları işlediğimiz bir derste, öğrencilerime neler yapmaları gerektiğini gösterdikten sonra onlara, çalışma sonunda uygulamayı başarılı yapanlara “bir artı” vereceğimi söyledim.

Bir artı alacaklarını öğrenen öğrenciler dikkatle çalışmaya başladılar.

30 kişilik sınıfın sessizce, itinayla çalışmaları ve gösterdiğim komutları aynen, tek tek uygulamaları hoşuma gitmişti. Ders sonuna doğru sevdiğim bir öğrenci el kaldırarak, dikkatimi çekti. Yanına gittim ve yaptıklarını kontrol etmeye başladım. Yapmış olduğu uygulamayı bana gösterirken dikkatimi çeken şey, öğrencinin uygulamayı doğru yapmasından ziyade, çok düzenli, itinalı ve süslü bir üslubuyla bana beğendirmeye çalışmasıydı…

Ardından öğrencinin bana çok nazik ve naif bir sesle:

-“Hocam, Olmuş mu?...”dediğini duyunca tüylerim diken diken oldu.

Öğrenci; benim, onun yapmış olduğu çalışmaya olumlu ya da olumsuz kanaat kullanma yetkimin olduğunu tam idrak etmiş ve benim olumlu kanaat kullanmam için, elinden ne geliyorsa yapmış ve bana beğendirmek için de çok güzel süslemişti.

Ayrıca çok iyi ve naif bir üslupla beğenimi kazanmaya çalışıyordu.

  • Bu esnada, bu hâdise karşısında hayalim tâ derinlere uçmuştu.

Yüce Rabbimiz karşısındaki kulluğumu ve Yüce Yaratıcımızın; bütün varlığı, insanlığı terbiye edici sıfatı olan “Rububiyet sıfatını” ve Rab’lığını hatırladım.

Maalesef, öğrencinin sadece bir “artı” alma uğruna anlamış olduğu hakikati, benim çok lâubalice yaşadığımı hissettim ve kendimden utandım.

Şöyle ki:

Cenab-ı Hak bizlere, en sadık, en doğru sözlü, en sevdiği ve Muhammed-ül Emîn (SAV.) unvanıyla anılan kulu vasıtasıyla, neler yapmamız gerekeceğini yani ödevlerimizi öğretmiş. Ve bizlere, karşılığında (bir artı değil) ebedi Cennet ya da Cehennem vaad ediyordu. O anda kendimden utandım, çünkü ne yapmam gerekenleri tam yapabiliyor, ne de yapabildiklerimi ciddiyetle yapıyordum. 

Öğrencim, benim vaad ettiğim bir artı karşılığında, ondan istediklerimi, uzunca bir ders boyunca, hiçbir şeyle meşgul olmadan, tamı tamına yapmaya çalışıyor ve yaptıklarını en güzel üslupla bana beğendirmeye çalışıyordu.

Oysa ben; Allahın âciz bir kulu olduğum halde ve akıl, zekâ, hafıza, göz, kulak, dil, vicdan, kalp, sağlık ve daha nice baha biçilmez değerleri bana bahşederek, benden istediği ödevler karşılığında, ebedi Cennet ya da cehennem vaad ettiğini tam idrak edemiyordum. Şu fâni dünya imtihanındaki o ödevlerimi, Cenab-ı Hak’kın istediği şekilde tam yapmıyor, yapabildiklerimi de üstünkörü bir edayla, laubalice, samimiyetsiz ve özensizce yapıyordum. Bu nasıl bir gafletti.

Öğrencimin o naif sesiyle bana; “Hocam olmuş mu?” Demesi, beni o anda yerin dibine sokmuştu. Çünkü ben; ibadetlerden sonra, Cenab-ı Hak’kın huzurunda:

-“Allah’ım olmuş mu?”

-“Allahım; ödevimi lâyıkıyla yapabildim mi ibadetimi?”

-“Ey Yüce Rabbim, beğendin mi namazımı? ..dediğimi ve kendimi O’na sevdirecek ve O’nun sevgisini kazanacak bir şekilde yaşadığımı düşünmüyordum...

Evet, saygıdeğer dostlarım!

Yukarıda arz ettiğim ilginç anekdotu, geçtiğimiz günlerde, üniversite yıllarındayken ek olarak, Risale-i Nur eğitimi almış olan, çiçeği burnunda genç bir lise öğretmeninden aldım. Ziyadesiyle bahtiyar oldum ve sizlere bu güzelliği tattırmak istedim. Ayrıca burada çok-çok önemli mesajlar da fark ettim:

  1. En önemlisi muhakkak ki; bizlerinde, yaptığımız ibadetler sırasında ve de sonrasında, kendimize bir çeki düzen vererek, böyle bir öz eleştiri yapmamızın gerekliliğidir. Yaptığımız her ibadetin ve güzel amellerimizin sonunda Allah’ım olmuş mu?” “Yapabildim mi, kabul ettin mi Allahım?” “Yaptıklarımı ve beni beğeniyor musun?” ..dememizin vakti gelmedi mi? Diye düşünmektir…

  2. Yaşı bendeniz gibi kemale erenler hatırlarlar. Okullarımızda, lâiklik adına dinsizlik tohumları atan öğretmenler çok revâçtaydı. Körpe dimağlara; “Allah var mı-yok mu?Diye sorarak, var diyenlere SIFIR, yok diyenlere BEŞ not vermek suretiyle söze başlayıp, ders sırasında zehir kusan öğretmenler vardı. İnançlı ailelerin çocuklarını baskı altına alarak, âdeta cendereye sokuyorlardı. İnançlı bir öğretmenin varlığı, çok yadırganıyor ve de bir yerlere fişleniyordu. İnançlı öğretmenler ve öğrenciler kendisini ve inançlarını gizlemeye çalıyordu. Şimdi gelinen nokta ise muhakkak ki çook şükr’ü gerektiriyor...

  3. Bu anekdot bana, o yıllardaki öğrencilerin serzenişlerini de hatırlattı: Ceberut bir tek parti döneminde, bir gurup lise talebesi Bediüzzaman Hz.’ne müracaat ediyorlar. “Bize muallimlerimiz (öğretmenlerimiz) Allah’ı,-Rabbimizi öğretmiyorlar” diye sitem etmişlerdi. Bediüzzaman Hz. ise öğretmenleri kınamak yerine, o körpe dimağlara“kâinat kitabını okumayı” öğretiyordu.

-“Okullarınızdaki FEN kitaplarınıza dikkat edin, onlar size Allah’ı, Rabbinizi ve Yaratıcınızı tanıtıyor” buyuruyordu…

Evet, gerçekten de öyle değil mi?

Yani fizik ve kimya okuyan, atomun o muazzam işleyişini ve farklı atomların birbirileriyle, insanlığın menfaati doğrultusunda birleşmelerini görünce, mutlaka onları işleten O yüce Kudreti de görecekti.

Coğrafya okuyan öğrenci, denizlerin ve içindekilerin, nehirlerin, dağların, atmosferin ve içindekilerin her bir faaliyetinin, “insana hizmet eder hikmetlerle dolu” olarak programlandığını görerek, mutlaka programlayan Rabbini tanıtacaktır.

Hele hele TIB, biyoloji, zooloji, jeoloji, astronomi, hidrografya, botanik, psikoloji ve diğer ilimler, Risale-i Nur’un öğrettiği “Kâinatı okuma” metodu ile mütalâa edilirse, işte yukarıdaki öğretmen gibi inançlı bir nesil yetişecektir. İnşallah…

Her şeyden önemlisi de, insan olarak yaratılan bizlerin; YARATILIŞ GAYEMİZİN NE OLDUĞUNU, Yüce Yaratıcımızın sınırsız ilim ve kudretini, bir de her ân SINAVDA olduğumuzu çok iyi idrak ederek, yaşantımızı bu gerçeklere göre sürdürebilmektir. Gerisi TEFERRUÂT…

  • Yüce Rabbim bizleri teferruatta boğulmaktan muhafaza eylesin. Ve hepimizi bu minval üzere yaşatsın ve haşretsin. Âmin…

Dünya neye sahipse, O'nun vergisidir hep;
Medyundur ona cemiyyet, medyun O'na ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet.
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret... 
(Mehmet Akif Ersoy)

 
Yazarın Yazıları