Muharrem ERGÜL
  • 07/02/2016 Son günceleme: 07/02/2016 17:00
  • 7.109

Osmanlı coğrafyasında olduğu kadar dünyanın başka hiçbir coğrafyasında bu sözcükler bir anlam ifade etmezler.

Mültecilik, muhacirlik ve mübadilliği hemen hepimiz yaşamışızdır. "Yaşamadım" diyeniniz, biraz geçmişe döndüğünde durumun farklı olduğunu görecektir. Bunu sadece gözlem yapmak anlamında söylemiyorum. 1071 Malazgirt'le başlayan Büyük Anadolu Göçü ve sonrası Anadolu'daki değişen nüfus yapıları, bunun en güzel kanıtıdır.

Günümüzde sıkça duyduğumuz mülteci sözcüğünden hareketle, zorla, baskı sonucu veya keyfi olarak insanların ata, dede topraklarından koparılışının dramatik süreci olan, mültecilik, muhacirlik, kısmen de mübadillik sürüp gideceğe benzemektedir.

Anadolu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi biraz da mültecilik, muhacirlik ve mübadillik tarihidir. Son günlerde yazılı ve görsel basında bu kavramların yanlış kullanılması, bilmeden bir kavramın diğerinin yerine ikame edilmesi, yanlış bir takım anlamalara yol açmaktadır.

Kavramlar önemlidir. Onlarla yazışırız, düşünürüz ve meramımızı anlatırız. Bir kavramı diğer kavram yerine kullanırsak, tarihi aldatmış oluruz. Söz gelimi mülteci “Ben muhacirim” derse ya da muhacir “Ben mübadilim” derse; tarihin, zaman ve mekânların yeniden yazılması gerekir.

1935 yılında yayımlanan resmi “Osmanlıca’dan Türkçe’ye Karşılıklar Klavuzu” mülteciyi ‘sığınık’ ve muhaciri ‘göçmen’ olarak tanımlıyor. Yani mülteci ve muhacir iki farklı durum… Gelelim mübadile… Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü, mübadili iki şekilde tanımlıyor: Sıfat olarak ‘başkasının yerine getirilmiş, mübadele edilmiş’ ve isim olarak da Lozan Antlaşması’na göre ‘İstanbul dışında oturan Rumlarla değiştirilmek üzere, Batı Trakya dışındaki Yunanistan’dan getirilen Türkler’ diye tanımlıyor.

Görüldüğü gibi her üç kavram da birbirinden çok farklı… Hepsinin çok zengin arka planları, tarihsel derinlikleri var. Mülteci sığınan, her şeyi bırakıp göçen… Muhacir kavramı ise daha geniş bir anlama sahip. Kaldı ki, muhacirliğin Hazreti Peygamber’in Hicret’iyle literatüre girdiğini unutmamak gerekir.

İslam Takvimi, Hicret’le başlar. Hicret eden de muhacirdir. Yeni bir dünya ve düzen kurmak için bir yerden başka bir yere göçer muhacir… Yaşamak istediği düşünce dünyasına engel olunduğu için o gün Müslümanlar Mekke’den Medine’ye Hicret ederek, muhacirliği başlatmışlardır. Muhacirleri Medine’de bağırlara basanlara da ‘ensar’ denmiştir.

Özellikle 18. ve 19. Yüzyıldan sonra Rus istilasına maruz kalan Kırım ve Kafkas coğrafyasından göçen Müslümanlarla, yine aynı dönemde Rumeli’deki Osmanlı vilayetlerinde savaştan kurtulan Müslüman ahali için de muhacir terimi kullanılmıştır. Balkanlar ve Kafkaslar’dan bu muhacirlik yakın zamana kadar da devam etmiştir. Anadolu’ya bu muhacirler gelirken, Anadolu’dan da başka topraklara göç eden insanların da olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekir.

Macar Türkolog Edith Tasnadi’nin deyimiyle “Anadolu toprakları her zaman insan fışkırmıştır. Gelen gider, gidenin yerine yenisi gelir”. Profesör Hüseyin Arslan da “16. Yüzyılda Osmanlı Nüfus Hareketleri” adlı eserinde, “Anadolu coğrafyası her altmış yılda bir, ya bir mülteci ya da bir muhaceretle büyük bir nüfus değişimi yaşamaktadır” der.

Mübadele terimi de Türkiye ile Yunanistan arasında 1923 yılında yapılan anlaşma sonucu literatürümüze girmiştir. Karşılıklı bu yer değiştirme, Anadolu ve Balkanlar’daki nüfus yapısını tamamen değiştirmiştir. Anadolu’dan 1 milyon 200 bin Ortodoks-Rum Yunanistan’a… Yunanistan’dan da 500 bin Müslüman Anadolu’ya zorunlu olarak göç ettirilmiştir.

Günümüzde de çevremiz ateş çemberiyken, Irak ve Suriye’den milyonlarca insan mülteci olarak; Gürcistan ve Ermenistan’dan da çeşitli nedenlerle muhacir olarak Türkiye’ye gelmektedirler. Türkiye bunlara tarihsel kodları gereğince sahip çıkarak, evsahipliği yapmaktadır. Fakat ne yazık ki, dünkü mülteci, göçmen ve mübadil olan bizler bunun halen farkında değiliz. Gelen insanları ‘yük’ ve ‘hakir’ görme refleksi gösteriyoruz. Halimiz ve ahvalimiz dün onlar gibiyken, bugün onları horluyoruz. Bu üç kavramı bu yönden sizlere hatırlatmak istedim. Çünkü tarihsel bağlamda Osmanlı ülkesinin kalbi olan Anadolu, her zaman emin bir sığınma yeri olarak kabul edilmiştir.

Anadolu’yu sığınma yeri olarak sadece komşularımız görmemiştir. Dünyanın farklı ülkelerinde başı sıkışan halklar ve şahsiyetler de Anadolu’yu mesken tutmuşlardır.

İspanya’dan kovulan milyonlarca Yahudi, Anadolu’ya kabul edilmiştir. İsveç, Polonya ve Macaristan Halkları da Osmanlı’ya iltica etmişlerdir. İltica edenlerin içinde o Halkların Kralları, yöneticileri ve ünlü sanatçıları da vardır. İsveç Kralı Demirbaş Şarl, Macar Özgürlük Kahramanı Ferenc Rakoçzi, Polonyalı ünlü şair Adam Mickiewicz, bunlardan birkaçıdır.

Görüldüğü gibi mültecilik ve muhacirlik, her an herkesin ve her milletin başına gelebilir. Şartlar insanları yurtlarından çıkmaya zorlayınca, tek çare bu oluyor. İşte bu noktada sığınak ülke, emin ülke olmak çok kıymetlidir. Türkiye, tarihsel olarak da bugün dahi sığınak ülkedir.

“Tarih tekerrürden ibarettir” derler… Yarınlarda neyin nasıl tekerrür edeceğini bilemeyiz. Bugün bize sığınan insanlara Batılılar gibi ‘timsah gözyaşı’ dökmeden; kırmadan, incitmeden onlara ‘ensar’ olmalıyız. Dini, dili, milliyeti, etnik kökeni, ne olursa olsun, gün; ‘ensar olma’ günüdür.

Kalın sağlıcakla…

Yazarın Yazıları