Muharrem ERGÜL
  • 16/05/2019 Son günceleme: 16/05/2019 16:25
  • 10.067

 

Bilenler bilir.

Medya kuruluşları plazalara taşınmadan önce kitap ve gazete dünyasının kalbi BABIALİ" diye bilinen İstanbul Çağaloğlu çevresi ve bağlı sokaklarında atardı.

Ünlü yazarlar ve gazeteciler zamanlarının büyük çoğunluğunu bugünküler gibi yatlarda değil de Babıali'de geçirirlerdi.

Her bir yayınevi ve matbaa sanki birer okul gibiydi.

Cumhuriyetin ilk onlu yıllarında Türkiye'nin en küçük kitapevi sahibi "Beykozlu Halim Güzelsondu".

Halim, tabiri caizse, dünyanın en küçük kitapevini kurar. Dükkanı da sadece elindeki çantadır. Çantasına koyduğu kitapları bıkmadan usanmadan tanıtarak satardı.

Halim elindeki bir küçük çantayla ölümü olan 17 Nisan 1967 yılına kadar kitap sattı.

Günün her saatinde her yerde ısrarla kitap tanıtmaya ve satmaya daha doğrusu insanlara okutmaya çalışırdı.

Halim bir söyleşide kitap satma merakını şöyle anlatıyor:

"Gecenin üçüne kadar çalıştığım olur. Günde en çok kitap satma rekoru bendedir. Çantamı kitapla doldurur doldurur boşaltırım. Çok kitap satmamın nedeni kitabı tanıtarak halkın ayağına gitmemdir."

"Basının kitap okumasına da çok önem verdiğim için sık sık Babıali'ye gazete idarehanelerine uğrar, koca koca yazarlara kitap satardım." 

Çok ilginçtir ki, Halim, Milliyet Gazetesi Dış Haberler Servisi çalışanlarına kitap satarken, oracıkta vefat etmiştir.

Halim Güzelson'un yaşam hikayesinden anlıyoruz ki, o yıllarda bile koca koca yazarlar kitap okuma konusunda hayli yetersizdiler.

Bu olayı size kısaca niye anlattım? Anlatayım. Çevremdeki arkadaşlarımın bir kısmı 'niçin hep kültürel yazı yazıp, siyasi yazmıyorsunuz?' diye soruyorlar.

Siyasi yazı zaten her önüne gelen yazıyor. Eline kağıdı kalemi alıp, cep telefonu olan laptopu olan verip veriştiriyor. Ben o topa girmem. Siyasette ciddi bir iştir ve dikkat ister. Ayrıca siyasetin havası ve ayrıştırıcı dili de bana göre değil şimdilik.

Daha kalıcı ve tarihe not düşeceğine inandığım kültürel değerler üzerinde kafa yormayı önemli ve değerli görüyorum. Şüphesiz bu benim kişisel görüşüm. Kim ne yazarsa yazsın yazanlara da saygımı her zaman korurum.

 

Bir solukta, büyük bir heyecan ve hayretle okuduğum kitabın girişinde yazar, bir Türkmen atı üzerinde muhteşem bir Anadolu tanımı yapmaktadır.

"İnsanlar tarihi unutuyor, ya da reddediyor. Onlar bizim doğudan gelen atalarımızın atlarıdır. Şu bulunduğumuz topraklardan Çin'e kadar bizim dilimiz konuşuluyor. Atlarımız da o atalarımızla birlikte buralara kadar gelmiştir.

Hepsi bizim atlarımızdır. Türk atları.

Safkan Türk atlarımız buralarda Germiyan ve Türkmen atlarıyla, Ermeni, Kürt, Anadolu yılkı atlarıyla karışmıştır."  

Kitapta, bir imparatorluk, bir at, bir seyis... Üç kent, Viyana, Buda (Budin), İstanbul anlatılıyor.

1683'te Osmanlı'nın Viyana'yı kuşatmasıyla başlayan bir tarih sahnesi canlandırılıyor.

Sahnenin önünde varlığını atıyla bütünleştirmiş, Gazi yemini eden evlad-ı fatihan bir seyis ve kökleri Orta Asya'ya, Atilla'ya, Cengiz Han'a uzanan Türkmen soyundan bir Karaman atı "Azaraks" bütün ihtişamıyla duruyor.

Kökleri ile yaşamları da aynı olan at ile seyisin kaderleri de aynı yazılıyor.

Osmanlı'nın "İkinci Viyana Kuşatması'nda" oradalar. 

Bozgunu yaşıyorlar. Ardın Hıristiyan ordular, Buda Kalesi'ni kuşattıklarında (1686) ise yine birlikteler.

"Buda düşerse İstanbul'da düşer" diyorlar. Bu anlayışta diğer gazilerle birlikte Buda şehrini kahramanca savunuyorlar.

Ancak, tarihin kırılma noktasında Osmanlı'nın yazgısını değiştiremiyor ve Buda Kalesi'yle birlikte onlarda bir İngiliz Birliği'ne esir düşüyorlar.

İstanbul, Viyana, Buda derken kader onları bu kez Londra'ya sürüklüyor.

Aristokrat Albay Robert Byerlev hem Azaraks'ı hem de seyisi satın alıyor ve sahipleniyor.

Bundan böyle "Azaraks'ın" adı "Byerley Türk" olarak anılacaktır.

Atın şöhreti bütün İngiltere'ye yayılmıştır. Hem aygır hem yarış atı olarak fırtınalar estiren kahramanımızın şeceresi bugün halen devam etmektedir.

Albay Robert Breyley bu muhteşem atı Kral III. William'a takdim eder ve 'majesteleri bu at kralların atıdır' der.

Kral III. William elindeki sarı gülü koklayarak bu muhteşem atın karşısına gelir ve durur.

Sonra ata hayran hayran bakarak, 'hayır Albay, hayır. Bu at kralların atı değil, bu at atların kralıdır'

İşte herkesin İngiliz atı diye bildiği at, aslında safkan bir Anadolu atıdır. Hatta bir attan çok öte bir seyis ve bir imparatorluk temsilcisidir.

Bilinsin diye tarihe not düştüm.  

      

Yazarın Yazıları
Yorumlar (0 Yorum)

Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?

Yorum Yaz