A. Raif ÖZTÜRK
  • 09/07/2018 Son günceleme: 09/07/2018 16:05
  • 5.981

O, ilkokulu bitirip hafızlık kursuna gelmişti.

Ailesi, ‘kendi isteğiyle geldiğini’ söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda:
-“Fâtıma" dedi, hiç çekinmeyen ve iştiyaklı bir tavırla. Ve ekledi:
-“Eğer beni hafız yapmazsanız, kayıt yaptırmak istemiyorum."
Böyle tehdit edercesine konuşması, onu yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:
-“Korkmayın küçük hanım, siz isteyin hafız da yaparız, hoca da!" O küçük gözlerinin içi parıldadı birden.

Annesi:
–“Hoca hanım, çocuk işte, kusuruna bakmayın. İlle de hâfız olacağım der, başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş. Peygamber Efendimiz, Hâfız olanlara cennette taç giydirilecek! Buyurmuşlar herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya, biz bu kadarını duyduk!"
Kendisini teselli etmek ihtiyacı hissettim:
-“Tabii teyze, ne demek! Keşke herkes sizin gibi duyduklarını hemen kabul etse de teslim olsa... Siz hiç merak etmeyin, kızınız önce Allah'a sonra bize emanet!.."
Kadıncağız elime yapıştı. Öpecekken ellerimi geri zor çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini öptüm. Gözleri yaşardı.
–“Hoca hanım bu eller, gözler hep günahlı, asıl sizinkiler öpülmeye layık!.."
-“Estağfirullâh teyze!" dedim. "O âhirette belli olur."

Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda, Fatıma'nın Erzurumlu olduğunu öğrendim.

Bir an düşündüm:
-“Bu kadar küçük kız nasıl kalacak, bu kadar uzaklarda. Neyse ki çok azimliydi..."
Zaman ilerledikçe Fâtıma'nın edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken, arada bir bana gelip çeşitli sorular soruyordu. Bir gün:
-“Hocam, hâfız olmak için Kur'ân'ı bitirmek mi lazım?" diye sordu. Ben de:
-“Tabii ki, sadece bitirmek değil, hepsini ezberleyeceksin ki, HAFIZ adını alacaksın."
Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki...

Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti.

Derslerim arasında onlara sürekli Kur'ân ezberlemekle işin bitmeyeceğini, mutlaka içindekileri emir ve yasakları uygulamanın gerektiğini hatırlatıyordum. Talebelerden biri:
-“Hocam, Fatıma'nın annesi, abdestli olmayanların hâfızlara dokunamayacağını söylemiş. Bu doğru mu?" diye sordu. Çok ilginçti doğrusu. İçimden "mâşallâh!" dedim ve onların sorularına da cevap vermek için, "Osmanlı zamanında atalarımız Kur'ân'a ve hâfıza kıymet verdiklerinden öyle yaparlarmış. Çünkü hâfızlar, yürüyen Kur’ân gibidir" dedim.

Çok hoşlarına gitmişti bu iş.

Hepsi âdetâ kendilerini ulaşılması zor, vitrindeki altın gibi görüyorlardı.
"Görsünler" dedim kendi kendime... Bu yaşta, buralara gelmişler. Allah'ın kelâmını ezberliyorlar, onlara fazla görmem bunu.
Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatıma'nın morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu. Bir gün dersini 2 kez aksatınca sormak zorunda kaldım :
-“Ne oldu, yoksa anneni mi özledin?" Sert bir şekilde bana döndü. Solgun yüzüne bir ciddiyet gelmişti: "Hayır", dedi.
-“Öyleyse neden moralin bozuk? Sık sık da hasta oluyorsun!" dedim. Yalvarır gibi oldu. Gözleri dolmuştu:
-“Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyip de gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allâh'ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem, bana âhirette hesabını sormaz mı?"
Dilim dudağım bağlandı. Bir şey diyemedim. Suçlu bile hissettim kendimi. O küçük kalpte bu ne îmandı, Yâ Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum.
Bir gün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek zorunda kaldık.

Birçok tahlillerden sonra, arkadaşım olan doktor hanım:
-“Hoca hanım, derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder" dedi. Şaşkınlıkla:
-“Neden?" diye sordum. Bana:
-“Belki üzülecek, hatta inanmayacaksın ama, bu talebe kanser!... "
Âdeta başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Hasta haneden ayrılırken Fatıma'ya hiç bir şey diyemedim. O ise hâlimi anlamış gibi, bana sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma eğilerek:
-“Hocam, Azrail insanların canını alırken nasıldır?" Ağlamamak için zor tutum kendimi:
-“Mü'min kullara karşı çok güzel bir surette gelir" dedim.
-“Belki hafız olamam, ama Elhamdülillah mü'minim!" ..diye mırıldandı.

Hâfız olmak için Kur'an'ı bitirmek gerektiğini söylediğimde, neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım. Demek ki hastalığını biliyordu.

Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü artık dayanılmaz acılar içinde kıvranıyordu. Evine mutlaka gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatıma yanıma gelerek, eziklik ve mahcûbiyetle:
-“Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız!..."
-“Ne demek!... Nasıl kızarım sana, hem sonra hâfızlığımı bitiremedim diye sakın üzülme. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hâfızlar zümresinden yazmıştır inşâallâh!" dedim.
Buna öyle sevindi ki! Hemen boynuma sarıldı:
-“Gerçekten ben şimdi hâfız sayılır mıyım? Anne bak duydun değil mi?" Hüngür hüngür ağlıyordu. Ya Rabbi, bu ne aşktı! Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu.

Böylece Fatma'yı gözyaşları ile Erzurum'a uğurladık.

Çok geçmemişti. Bir iki hafta sonra ailesi, ağırlaştığı haberini verdi bana. Bu bir iki hafta içinde Fatıma’dan iki mektup almıştım. Bana hep “hâfızlık tâcını merak ettiğini, bunun rüyalarına bile girdiğini” yazıyordu.

Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı.

Fatma'nın annesiydi karşımdaki ses...

Ağlamaklı bir sesle:
–“Hoca hanım Fatıma'yı Rahmete uğurladık. Rica etsem bir hatim okur musunuz?" deyince, ben de dayanamadım ve ağlamaya başladım.
Annesi benim ağlamamı duydu ki, beni teselli edercesine:
-“Ölmeden önce, size şunu söylememi de istedi", dedi ve hıçkırıkları artarak:
-“Anneciğim, hocama söyle!.. Azrâil, onun söylediğinden de çok güzelmiş... "

Yazarın Yazıları
Yorumlar (0 Yorum)

Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?

Yorum Yaz