Nuray AK
  • 27/11/2016 Son günceleme: 27/11/2016 15:51
  • 6.721

Önünüz arkanız, sağınız solunuz karanlık, bir düşünün. Her yer ama her taraf, sade ve sadece siyah.

Adım atsanız düşersiniz ya da düşecek misiniz, nereye düşeceksiniz, ne kadar hasar alacaksınız, kalkabilecek misiniz? Meçhul! Hadi diyelim sekiz-on adım kaptırıp gittiniz, tünelin çıkışında ışık olurdu genellikle, ama o da yok. N’olacak peki?

Karanlık tabloları hayal etmek aydınlıkları görmeye yarar mı acep? Aydınlığa kavuşmak için önce sindire sindire karanlığı anlamak mı gerek? Bence evet. Eğer anlamazsak yaşamlarının önüne ket vurduklarımızı. Biz hiç aydınlıkla tanışamayız ki… Bilemezsek kaldırımda park ettiğimiz otomobilimizin, tekerlekli sandalye rampasının tam önünde durup o “engelli” şahsa ızdırap olduğunu. Bizim otomobilimiz yüzünden kaldırımın ucundan, rampayı kullanamadan taaa 300 metre yolu geri dönerek yol ortasından gitmek zorunda kaldığını. Hatta o yolda tekerlekli sandalyesiyle giderken (geçen yıl Ankara’da yaşanmıştı), kocaman kamyonun altında kalıp ezilerek, vücudu tanınmaz hale gelerek vefat ettiğini… Bilemezsek!

Sosyal hayata katılmak için bin bir takla atan “engelli” şahıslara, iş görüşmesine çağırıp, tam aradığımız elemansınız deyip, ardından ‘sandalyedesiniz ama merdiven çıkabiliyor muydunuz?’  diye soran patronu bildiniz mi?  Peki, holdinge görüşme için giden elektrik teknisyeni şahsa: ‘sol kolunuz olmadığı için, görüntü bozukluğu oluyor, bu durum işletmemizin  vizyonu için olumsuz bir durum, Sizi ne yazık ki işe alamayız’ diyen Kanlıca’daki firmanın insan kaynaklarını? Bunu da mı bilemediniz? Bakın şunu bileceksiniz zannımca; Hani İstanbul’un orta yerinde, en devasa ve görkemli alışveriş merkezinde karnını doyurmak için asansör sırası bekleyen,  sandalyeli “engelli” şahsı 35 dakika görmezden gelip, asansöre kendileri doluşup hamburgerini mideye indiren o 15 kişilik insan güruhunu… Hatırladınız değil mi?

Günümüzün moda mesleklerinden yaşam koçluğu ve endüstri mühendisliği yapan, Galatasaray camiasının da yakından tanıdığı beyefendi, yıllar önce şişe dibi gözlüğüyle burnunu bile göremezken kopya sayıldığından üniversite sınavlarına mercek getiremediği, yardımcı da verilmediği için hayallerini ilerleyen yıllara ertelediğini… Ve sonra ülke sıralamasında dereceyle üniversiteyi kazandığını… Belediye otobüslerinde sözüm ona engelliye ayrılmış orta alana, iki-üç “engelli” şahıs güle oynaya binmek isterken, sevgili kaptan şoförümüzün ‘İnin aşağı, inin. Tek kişi alabiliyoruz. Diğerleri arkadaki otobüsle gelsin. Sandalye kitleme aparatını bir tane yapmışlar, görmüyor musunuz? Düşerseniz, başınıza bir iş gelirse sizle uğraşamam’ demesini… 

Önemli not: Sen asla yerinden kalkıp o kilit sistemini takmayacaksın be ağabey, o sandalyeye! Biz bilmiyor muyuz? Biliyoruz. Siz bildiniz mi? Hala mı? Ya şunu; zihinsel sıkıntıları olan, özel bir kardeşimiz ailesiyle hasbelkader şartlar denk gelip, sokağa, markete, lokantaya gittiğinde yaptığı her harekete (yürümesi, gülmesi, belki biraz ağzı akarak yemek yemesi, garip seslerle mutluluğunu ifade etmesi, bizden az biraz farklı cennet kokan yüzü) acıya acıya, ailesinin içini kanata kanata; af buyurun öküz-tren ilişkisindeki bakışlarla taciz edeni? Üstüne taciz sorularını?

Bildiniz, duydunuz, gördünüz, değil mi dostlar? Kim bilir belki o olaylarda bazımız fail, bazımız meful idik. Neden böyle sözlerle, ağır ithamlarla geliyorum derseniz… Malum ömrünün yarısı sağlıklı, yarısı da hâlihazırda ‘engelli’ devam eden ben, yine bir 3 Aralık arifesindeyim.

Literatürde: 1992 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 3 Aralık gününü “Uluslararası Engelliler Günü” olarak ilan etti. Bu kararın ardından BM İnsan Hakları Komisyonu 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün “engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması” amacıyla tanınmasını istedi. Ve o günden beri, 3 Aralık “engelliler günü” olarak bilinmektedir. O günden bu yana çeşitli aktivitelerle bu özel gün kutlanmaktadır diyor.

 

Öyle diyorsa öyledir. Ama tam da öyle olmuyor dostlar. Yani bir şeyler oluyor, cidden kutlamalar yapılıyor, kişi ve kurum bazında engelliler ziyaret ediliyor, yanınızdayız deniyor. Fotoğraflar çekiliyor, belki iki-üç tekerlekli sandalye de hediye ediliyor. Eyvallah. Bu empati adına tabi ki bir adım ve sünneti seniyyeye uygun bir harekettir. Ancak, ertesi gün nerelerde bu kişi/kurumlar? Soruyorlar mı çözümü oldukça basit, hatta kendilerinde saklı problemlerimizi? Şu yukarıda saydığım basit görünümlü sorun bileşenleri için neler yapıyorlar, yapıyoruz?

Dünya fani mekânımız, biz insanoğlu da içindeki bütünün parçaları isek, birbirimizden daha önemli veya önemsiz olabilir miyiz ki? Bir kısım dünya nimetlerinden daha fazla ve canının istediğince istifade ederken, diğer kısma hayır hakkınız yok, bize benzemiyorsunuz diyerek yasaklayabilir miyiz ki? Bu neredeyse benimle aynı takımı tutmuyorsun, seninle çay içemem demek kadar cahilane bir ayrıştırma, ötekileştirme. Bu yaradılışa aykırı, Yüce Yaradana başkaldırıştır bence.

Elbet güzel şeyler, adım adım geliyor. Engeller şu sekiz-on yılda hızla kaldırılıyor. Kanuni düzenlemeler yapılıyor, uygulanmaya konulmaya gayret ediliyor. Hamdolsun toplumda en azından varlığımızın kabullenilişi konusunda gelişmeler var. Ancak dem vurduğum sorunlar fark ettiyseniz sadece ikili ilişkilerde yaşanıyor. Biz olayın yazılı-çizili, devlet/kanun kademesinden evvel yürek kademesinde takılmalı, düşünmeliyiz. Komşu amcam çekmeyi versin aracı kaldırımın rampalı bitimine, işveren geniş tuvalet ve rampa ile revize etsin ofisi, daha fazla engelliyi çıkarsın evden iş ve maaşla, şoför ağabey tolerans ve sevecenlikle alsın sıkı fıkı engelli arkadaş gurubunu, bıraksın onlar sandalyede korurlar kendilerini. Dünya üç gün; dün bitti, yarın meçhul, demek ki elde var bugün. Ona göre ve onu bile bile yaşamak gerek hayatı. Hem bu işin engellisi, engelsizi yok ki… Bugün sağlıklı yatıp sabaha felç, kaza vs. ile engelli kalkabiliriz. Hepsi bizim için, hepsi bizi olgunlaştırmak için. Amenna ve saddekna.

Bir şey var kötü olan. Engelli - sağlıklı olmak değil, ENGEL-LENEN olmak. Aslında aşılmayacak dağ yok, değil mi ki sevdası için dağları delen Ferhat’ı görmüşken bu dünya. Bize mi yetecek gücü bu zırva engellerin? Sanmam. Geçecek, cümlesi son bulacak inşallah. Ama bitene dek farkındalığımız, gayretimiz, biteceğine inancımız ve empatimiz devam etsin dilerim ki… Bu âlemde biz engelli isek, âlem sizleri engelleyen olarak yazmasın lütfen. Hep beraber saygı ve sevgiyle yaşayan, fitne ve ayrımcılığı aramıza sokmayan, 3 Aralık’ta öpüşüp koklaşıp ertesi gün birbirini ihmal etmeyen, hatta saadet asrının temellerini birlikte atan sımsıkı kardeşler olmak dileğimle…

Hem gönüllerimizi üst üste koyup bir araya gelerek belki de birçok coğrafyanın mazlumlarına derman olmamız duasıyla… Ortalık mahşeri alevlerle tutuşmuş ve biz müminlerin itfaiyesini beklerken, kendi içimizde çerez-çöp sayılmayacak işlerle vakit kaybetmememiz niyazıyla… Hesap vakti hepimiz elli-kollu, ayaklı, gözlü-kulaklı ve hatta akıllı olacağız çünkü. Eşit terazi önünde toplanmadan birbirimizin eşitliğini görelim, duyalım, hissedelim inşallah.

Baki Huda’ya emanet olunuz.

Yazarın Yazıları