A. Raif ÖZTÜRK
  • 06/05/2019 Son günceleme: 06/05/2019 18:47
  • 4.729

Ülkemizde şükürsüzlüğün zıddı olan İSRAFIN, içinde bulunduğumuz nimetlerin kadrini ve kıymetini bilememek olan NANKÖRLÜĞÜN diz boyu değil, maalesef gırtlağımıza kadar olduğu, düşünen herkesçe malumdur. Bu Şükürsüzlük neredeyse hepimizde de mevcuttur.

Oysa Yüce Rabbimiz bu konularda bizleri dolaylı ve îmâlı olarak değil, direkt olarak birçok âyetleriyle ikaz ediyor. Ben sadece birkaçını hatırlatacağım:

İbrahim Sûresi, 34. ayet: “(Allah) Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zâlimdir, pek nankördür.”

İbrahim Sûresi, 7. ayet: "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: And olsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (nimetlerimi) artırırım ve and olsun ki, (kesinlikle ve yemin olsun ki) eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir."

Peki, Yüce Allah kesinlikle ve yeminle verdiği sözleri, mutlaka âhirette Cehennem azaplarıyla vereceğini biliyoruz. Fakat, acaba dünyadaki azâpları nasıl olacak?...

CEVAP: Çok yakınlarımızda da iflâslar, sel, deprem, hortum vs. âfetler, musibetler, hastalıklar, darbeler, şerir devlet istilâları, terör vd. belâlar sûretinde görüldüğü gibi, insanlık tarihinde yüzlerce değil, belki de binlerce örnekleri var.

Ben bunlardan sadece ilk aklıma gelen cezâ azâbını, kısaca hatırlatmak istiyorum:

Moğol İmparatorluğu kurucusu Cengiz Han’ın torunu olan zâlim Hülâgû, 1258’de Abbasi Halifesi Mutasım’ı mağlup eder. Bağdat yağmalanırken katliâm başlar. Kadın, yaşlı, çocuk, hamile, ayırmaksızın, katliamda 200 bin, (bazı kaynaklara göre 400 bin) kişi ölür. Cami, hastane, saray ve Dünya hazinesi kütüphaneler, tarihi eserleri yakılıp yıkılır. Dicle’de kitap mürekkebi ile insan kanı birbirine karışır.

Hülâgü, arazideki karargâhında; Bağdat ulemâsıyla görüşmek istediğinde, korkudan hiçbir âlim o dâvete gitmek istemez. Ufak tefek, tıfıl bir genç âlim olan Kadıhan, o daveti kabul edip Hülâgü ile görüşmeye giderken, yanına bir deve, bir keçi, bir de bir eşek alır. Böyle bir zamanda, böyle bir fedâinin ortaya çıkması ulema sınıfını rahatlatır, kurban bulunmuştur.

Genç Kadıhan, çadıra varır ve hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer. Kendini tanıtır. Hülâgü, genç âlimi tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığı için, küçümser bir tavırla sorar:

– “Bana göndermek için bula bula seni mi buldular?” ..der Kadıhan gayet sakin:

“Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan bir merkep getirdim. Üçü de çadırın önünde. İstersen onlarla görüşebilirsin” der.

Hülâgü, bu gencin farklı ve has bir âlim olduğunu anlar, yer gösterip ilk sorusunu sorar.

– “Söyle bakalım bana, beni Bağdat’a getiren sebep nedir?”

Genç âlim Kadıhan’ın cevabı çok açıktır:

-“Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Bize verilen nimetlerin kıymetini bilemedik, nankörlük ettik. Yaratılış gâyemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenâb-ı Hak da verdiği nimetleri almak için, seni gönderdi…”

Hülâgü’nün 2. Sorusu:

-“Peki, beni buradan kim gönderebilir?” Bunun cevabı çok anlam yüklüdür.

“O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetlerin kıymetini bilir, şükreder, zevk ve sefâdan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek, işte o zaman sen zaten buralarda duramazsın...”

Bu konuda “yüzlerce değil, belki de binlerce örnekler var” dediğimiz ibretlik olaylardan, bir de yakın tarihimizden, yani 1. Cihan harbinden örnek verelim.

  • Kastamonu Lâhikası, 119. Mektuptan:

..Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak, ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya da bir musîbet gelip alacaktır. Hakikatli bir rüya-i hayaliyede, Birinci Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acib rüyada benden soruldu:

-“Müslümanlara gelen bu açlık, bu zâyiat-ı maliye ve meşak­kat-i bedeniye nedendir?” Rüyada cevaben demiştim:

“Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir kendi verdiği malından birisini, bizden istedi; tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin... Biz hırsımız yüzünden tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterâkim (birikmiş olan) zekâtını (40’ta biri değil) kırkta 30’unu, onda sekizini (bu savaş yoluyla) aldı.”

“Hem her senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık (ORUÇ) bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu, beş sene (süren harpte) cebren (zorunlu olarak) bize tutturdu.”

“Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nurânî ve fâideli bir nevi tâlimat-ı Rabbaniyeyi (yani NAMAZI) bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati, diğer saatlere katarak zâyi ettik. Cenâb-ı Hak, onun keffâreti olarak, beş sene tâlim ve tâlimat (savaş) ve koşturmakla bize, bir nevi namaz kıldırdı” demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki o rüya-i hayâliyede, pek mühim bir hakikat vardır...

Evet, şimdi; israflarımızın, nankörlüklerimizin ve şükürsüzlüklerimizin, en câmi şükrü olan namazı kılmayışımızın, dünyadaki azap çeşitlerini çok daha iyi anladık, değil mi?... Vesselâm.

Yazarın Yazıları
Yorumlar (0 Yorum)

Bu içeriğe yorum yapılmadı, yorum yapmak ister misin?

Yorum Yaz