Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
A. Raif ÖZTÜRK
A. Raif ÖZTÜRK

Eğer biz nankörlükten şükre dönmezsek!

Ülkemizde şükürsüzlüğün zıddı olan İSRAFIN, içinde bulunduğumuz nimetlerin kadrini ve kıymetini bilememek olan NANKÖRLÜĞÜN diz boyu değil, maalesef gırtlağımıza kadar olduğu, düşünen herkesçe malumdur. Bu Şükürsüzlük neredeyse hepimizde de mevcuttur.

Oysa Yüce Rabbimiz bu konularda bizleri dolaylı ve îmâlı olarak değil, direkt olarak birçok âyetleriyle ikaz ediyor. Ben sadece birkaçını hatırlatacağım:

İbrahim Sûresi, 34. ayet: “(Allah) Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zâlimdir, pek nankördür.”

İbrahim Sûresi, 7. ayet: "Rabbiniz şöyle buyurmuştu: And olsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (nimetlerimi) artırırım ve and olsun ki, (kesinlikle ve yemin olsun ki) eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir."

Peki, Yüce Allah kesinlikle ve yeminle verdiği sözleri, mutlaka âhirette Cehennem azaplarıyla vereceğini biliyoruz. Fakat, acaba dünyadaki azâpları nasıl olacak?…

CEVAP: Çok yakınlarımızda da iflâslar, sel, deprem, hortum vs. âfetler, musibetler, hastalıklar, darbeler, şerir devlet istilâları, terör vd. belâlar sûretinde görüldüğü gibi, insanlık tarihinde yüzlerce değil, belki de binlerce örnekleri var.

Ben bunlardan sadece ilk aklıma gelen cezâ azâbını, kısaca hatırlatmak istiyorum:

Moğol İmparatorluğu kurucusu Cengiz Han’ın torunu olan zâlim Hülâgû, 1258’de Abbasi Halifesi Mutasım’ı mağlup eder. Bağdat yağmalanırken katliâm başlar. Kadın, yaşlı, çocuk, hamile, ayırmaksızın, katliamda 200 bin, (bazı kaynaklara göre 400 bin) kişi ölür. Cami, hastane, saray ve Dünya hazinesi kütüphaneler, tarihi eserleri yakılıp yıkılır. Dicle’de kitap mürekkebi ile insan kanı birbirine karışır.

Hülâgü, arazideki karargâhında; Bağdat ulemâsıyla görüşmek istediğinde, korkudan hiçbir âlim o dâvete gitmek istemez. Ufak tefek, tıfıl bir genç âlim olan Kadıhan, o daveti kabul edip Hülâgü ile görüşmeye giderken, yanına bir deve, bir keçi, bir de bir eşek alır. Böyle bir zamanda, böyle bir fedâinin ortaya çıkması ulema sınıfını rahatlatır, kurban bulunmuştur.

Genç Kadıhan, çadıra varır ve hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer. Kendini tanıtır. Hülâgü, genç âlimi tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığı için, küçümser bir tavırla sorar:

– “Bana göndermek için bula bula seni mi buldular?” ..der Kadıhan gayet sakin:

“Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan bir merkep getirdim. Üçü de çadırın önünde. İstersen onlarla görüşebilirsin” der.

Hülâgü, bu gencin farklı ve has bir âlim olduğunu anlar, yer gösterip ilk sorusunu sorar.

– “Söyle bakalım bana, beni Bağdat’a getiren sebep nedir?”

Genç âlim Kadıhan’ın cevabı çok açıktır:

-“Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Bize verilen nimetlerin kıymetini bilemedik, nankörlük ettik. Yaratılış gâyemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenâb-ı Hak da verdiği nimetleri almak için, seni gönderdi…”

Hülâgü’nün 2. Sorusu:

-“Peki, beni buradan kim gönderebilir?” Bunun cevabı çok anlam yüklüdür.

“O da bize bağlı. Benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetlerin kıymetini bilir, şükreder, zevk ve sefâdan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek, işte o zaman sen zaten buralarda duramazsın…”

Bu konuda “yüzlerce değil, belki de binlerce örnekler var” dediğimiz ibretlik olaylardan, bir de yakın tarihimizden, yani 1. Cihan harbinden örnek verelim.

  • Kastamonu Lâhikası, 119. Mektuptan:

..Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak, ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya da bir musîbet gelip alacaktır. Hakikatli bir rüya-i hayaliyede, Birinci Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acib rüyada benden soruldu:

“Müslümanlara gelen bu açlık, bu zâyiat-ı maliye ve meşak­kat-i bedeniye nedendir?” Rüyada cevaben demiştim:

“Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir kendi verdiği malından birisini, bizden istedi; tâ bize fukaraların duâlarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin… Biz hırsımız yüzünden tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterâkim (birikmiş olan) zekâtını (40’ta biri değil) kırkta 30’unu, onda sekizini (bu savaş yoluyla) aldı.”

“Hem her senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık (ORUÇ) bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu, beş sene (süren harpte) cebren (zorunlu olarak) bize tutturdu.”

“Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nurânî ve fâideli bir nevi tâlimat-ı Rabbaniyeyi (yani NAMAZI) bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati, diğer saatlere katarak zâyi ettik. Cenâb-ı Hak, onun keffâreti olarak, beş sene tâlim ve tâlimat (savaş) ve koşturmakla bize, bir nevi namaz kıldırdı” demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki o rüya-i hayâliyede, pek mühim bir hakikat vardır…

Evet, şimdi; israflarımızın, nankörlüklerimizin ve şükürsüzlüklerimizin, en câmi şükrü olan namazı kılmayışımızın, dünyadaki azap çeşitlerini çok daha iyi anladık, değil mi?… Vesselâm.

A. Raif ÖZTÜRK
A. Raif ÖZTÜRK HAKKINDA

A. Raif ÖZTÜRK... 20 Nisan 1950 yılında Tekirdağ Çorlu’da doğan Raif Öztürk, ilkokulu Çatalca’da okudu. O dönemin şartlarına göre eğitimini ve iş yaşantısını birlikte sürdürmeyi hedefleyen A. Raif Öztürk, Meslekî Ortaokulu Paşabahçe’de sürdürerek, Sultanahmet Meslek Lisesi’nde özel olarak Makine Yüksek Teknik Ressamlığa devam etti. Türkiye Şişe ve Cam fabrikalarında 26 sene ‘Robotik ve Tam Otomatik Makineler Üretim Hattı Makine Teknisyenliği’ & Fabrika Vardiya amirliği yaptı. ‘Özel Araştırma, Geliştirme ve Eğitmen’ (ARGE) görevlisi olarak 1980’de İngiltere’ye, 1986 yılında da Japonya’ya giden yazarımız, dönüşünde de Meslek Lisesi mezunlarına, (Üretim makinaları, Kalite çemberleri ve beyin fırtınası teknikleri hakkında) iş programlamaları, eğitmenlik, rehberlik ve liderlik dersleri verdi. 1990 yılında Türkiye Şişe Cam Fabrikalarından kendi isteğiyle emekli olan A. Raif Öztürk, Öz Emek Spor Ltd. Şt. Mağazalarını açarak, hâlen işletmeye devam etmektedir. 1990’lı yıllarda bir yıl Diksiyon, bir yıl Osmanlıca, iki yıl da Arapça eğitim alan Öztürk, Halen (1962’den beri) Beykoz, Kavacık’ta ikamet etmektedir. Hiç Kur’ân bilmeyen 30-40 kişiye; aynı anda ve 10 Saatte Kur’ân öğretme uzmanı olan yazarımız, 2014 yılında Sakarya Üniversitesinden “Eğitimciye Eğitim” adıyla eğitim aldıktan sonra, “DEĞERLER EĞİTİMİ UZMANI” sertifikası kazanarak, Beykoz Milli Eğitim Müdürlüğünde ve ülkenin çeşitli illerinde 6 yıldan beri konferanslar ve görsel seminerler vermektedir. Yazarımızın, 2002 yılından bu yana; ‘Fikir Bahçesinden BİR DEMET’, “Derdim bana DERMAN imiş”, ‘Biyoenerji ve Kozmik Bilimin ışığında ŞİFA OLAYI’ adlı Belgesel, tevhid ve tefekkür içerikli kitapları yayınlandı. Sn. Öztürk Ulusal ve Uluslararası Sempozyumlarda, 2015’te Kastamonu Üniversitesinde ve 2018’de Ukrayna Üniversitesindeki sunumlarda kürsü almış olup, hâlen köşe yazılarına ve Kitap çalışmalarına devam etmektedir. 2006 Yılından beri “Dost Beykoz Ailesi” mensubudur…

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER