“Bazı tarihler vardır; yalnızca takvim yaprağındaki bir gün değil, milletin kalbine kazınmış bir direnişin ve umudun yankısıdır. 23 Nisan 1920…
”
O gün, işgal altındaki bir vatanın küllerinden yeniden doğduğu, bir milletin susmak yerine gür bir sesle “Ben buradayım!” dediği gündür. Ve o günün ardında bir lider değil, bir çağın mimarı vardır: Mustafa Kemal Atatürk.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı topraklarında karanlık hüküm sürerken, Mondros Ateşkes Antlaşması’yla vatan dört bir yandan işgal edilmiş, halk çaresizlikle baş başa kalmıştı. İstanbul işgal altındaydı; Padişah artık milletin değil, işgalin sesi olmuştu. Ancak bir isim, bu sessizliğe boyun eğmedi. Mustafa Kemal Paşa, sadece bir asker değil; milletine inanan, halkıyla birlikte yürüyen bir önderdi.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışı, esaretin çatlak verdiği ilk andı. Amasya Tamimi’nde yazılan “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesi, aslında 23 Nisan’ın ilk adımıydı. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile milletin iradesi temsile kavuşmuş, halkın söz hakkı inşa edilmeye başlanmıştı.
Bu mücadelenin merkezi, işgalden uzak ve güvenli bir yer olmalıydı. Ankara, bu yeni iradenin kalbi oldu. 23 Nisan 1920’de, Anadolu’nun dört bir yanından gelen milletvekilleri halkın temsilcisi olarak Ankara’da toplandı. İstanbul’daki Meclis-i Mebusan kapatılmış, milletin sesi susturulmuştu. Ama bu ses, Ankara’da yeniden yükseldi. O gün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, bir ilke olmanın ötesine geçerek hayat buldu. Saltanat değil, halkın iradesi esas alındı.
Meclisin dualarla açılması, kürsüye konan Kur’an-ı Kerim ve bayraklar, milletin hem manevi hem de milli gücünü simgeliyordu. Atatürk, o gün yalnızca bir meclis kurmadı; halkı ayağa kaldırdı, bir devleti temelleriyle inşa etti. Ne arkasında bir servet, ne de bir ordu vardı. Onun tek dayanağı halkı ve halkına duyduğu sonsuz güvendi.
23 Nisan’ın çocuklara armağan edilmesi, sembolik bir jestten ibaret değildi. Atatürk, savaşın acımasızlığında çamura bulanmış çocuk gözleri gördü. Açlığın ortasında hayata tutunan o minik bedenleri unutmadı. Çocuklar onun için yalnızca geleceğin büyükleri değil, bugünün de sahipleriydi. Onlara, özgürlük bilinciyle büyümeleri için bir emanet bıraktı. Bu yüzden 23 Nisan, bir bayram değil; bir miras, bir vasiyettir.
Atatürk, çocuklara "Ne mutlu Türk’üm diyene!" demeyi değil, o sözü yaşamayı öğretti. Ezberden değil, bilerek, sorgulayarak, anlayarak düşünmeyi öğretti. Her 23 Nisan’da yalnızca çocuklar değil, bir millet yeniden doğar. Her marşta, her çocuk sesinde, Atatürk’ün idealleri yeniden hayat bulur.
Bugün çocuklar ellerinde bayraklarla yürürken sadece şenlik değil; tarihi bir sorumluluğun gururunu da taşırlar. Her tören, egemenliğin halkta olduğunu bir kez daha hatırlatır. Her marş, her şiir, her çocuk gülümsemesi; bu toprakların direnişinden doğan bir zaferin yankısıdır.
23 Nisan sadece geçmişin değil, geleceğin de bayramıdır. Çünkü her yıl çocukların gülüşünde Atatürk’ün o kararlı bakışı yeniden canlanır. Her okulda, her sınıfta onun “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü çınlar. Her çocuk onun emanetidir; her 23 Nisan, onun fikirlerinin ölümsüzlüğünün kanıtıdır.
Atatürk, egemenliği bir zümreye değil, halkına emanet etti. Saraylardan değil, Anadolu’dan doğan bir ışık gibi yol gösterdi. O gün açılan Meclis yalnızca bir kurum değil; milletin iradesini yeniden sahiplenmesiydi.
Bu ülke, yalnızca sınırlarla çizilmiş bir toprak parçası değil; fikirlerle yoğrulmuş, halkın inancıyla kurulmuş bir Cumhuriyet’tir. Atatürk’ün gençlere ve çocuklara bıraktığı bu emanet, yalnızca bir vatan değil; aynı zamanda bir ruh, bir inanç ve bir hedef mirasıdır. O, “Ben öldükten sonra bile siz varsınız” diyerek bu mirası bizlere emanet etti.
Bu yüzden her çocuğun gülümsemesi, bir nöbet değişimi; her gencin ürettiği fikir, Cumhuriyet’e verilmiş bir cevaptır. “Ey Türk gençliği!” diye başlayan hitabe, bir çağrının ötesinde bir sorumluluktur.
Bu ülke, çocukların düşlerinde filizlenir, gençlerin ellerinde şekillenir. Atatürk’ün armağanı olan bu bayram; özgürlüğün, bağımsızlığın, aklın ve vicdanın bir yansımasıdır. O’nun açtığı yolda yürümek, yalnızca bir görev değil; aynı zamanda bir onurdur.
Ve bugün bizler, Atatürk’ün hayalini yaşıyoruz. Her çocuk güldüğünde, her fikir özgürce dile getirildiğinde, her yurttaş sandığa gittiğinde… Bilmeliyiz ki o ses hâlâ bizimledir:
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir."
YORUMLAR