A. Raif ÖZTÜRK
  • 08/01/2018 Son günceleme: 08/01/2018 08:46
  • 6.897

Bendeniz 1962 Yılından bu yana hem Beykozlu bir vatandaş hem de 1973 yılından beri araştırmacı yazar ve işadamı olarak, ilçemizde olanı biteni ciddi bir şekilde tetkik ve tahkik etmekteyim. Bu tetkik ve araştırmalarıma sadece, çok önemli teknik araştırmalar yapmak üzere 1980 yılında İngiltere’ye, 1986 yılında da Japonya’ya gidip döndüğümde, zorunlu olarak birkaç yıl ara vermiştim.

Rahmetli babacığım, 1963 ile 1992 yılları arasında 30 yıla yakın, Kavacık semtinin dört camiinde de İmam ve hatiplik yaptığı için, ilgi ve alâkamı bu diyanet alanında daha fazla yoğunlaştırmaktaydım. Bu vesileyle güzel Beykoz'un neredeyse tüm diyanet görevlilerini tanıyorum, ancak % 30’uyla yakinen görüşüyorum. Ayrıca tüm müftülerimizden, müezzinlik ve imamlık konusunda şifahi icazetli sayılıyorum.

Bu sebepler nedeniyle özellikle, diyanet camiasında üzülerek müşahede ettiğim birçok aksaklıkları kaleme almış, birçok yayın organında yayınlamış ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığı'na da yollamıştım. Sağ olsunlar, kısmen de olsa ilgilendiler…

Ancak, son zamanlarda Beykoz’umuzda, gözlerimin önünde cereyan eden bir mağduriyeti ve haksızlığı gördükçe ıstırap duymaktayım. İlgililere duyurup halledilmesi arzusuyla bu yazıyı kaleme aldım. Gerçekten çok ibretlik ve dramatik olduğu için, köşe yazısı olarak yayınlamayı düşündüm. Ancak bu yazı çok ilgi görebilirdi, fakat üst düzey din görevlileri; “bizler bunu niçin fark edemedik” veya “lokal görevliler bunu niçin ihmal ettiler” düşünceleriyle, yönetici dostlarım üzülebilirler, hatta “keşke önce bizlere haber verilseydi” diye gücenebilirlerdi.

İşte bu nedenlerle, yaklaşık iki ay kadar önce bu yazıyı öncelikle Beykoz Müftümüz Sayın Ali Efe hocamıza göndererek kendisini bilgilendirdim. Ali hocamız, sağ olsun çok olgun karşılayarak “Bizler de o hocamızın yüksek ilminin farkındayız, fakat maalesef bazı müfredat engelleri var.”...vb. gibi açıklamalarda bulundu. Bu yazının yayınlanmasında da hiçbir sakınca olmadığını ilave etti. Bu nedenle hem kamuoyuna, hem de ilgililere arz ediyorum:

Beykoz’umuzda güzel sesleriyle takdir ettiğim ve büyük bir manevî haz ile dinlediğim imam ve müezzinler olduğu gibi; erişilmesi güç ilmiyle ve takvasıyla dikkatleri çeken, kendisinden birçok din görevlisinin de, benim de çok istifade ettiğimiz hocalarımız da var. Bunların bir kısmı emekli olduğu gibi, bir kısmı da başka yere tayin oldu. Allah cc kendilerinden razı olsun. Benim esas dikkat çekmek istediğim zât ise hâlen müezzin olarak muvazzaftır, yani şu anda da Beykoz Müftülüğü kadrosunda görevi başındadır. Şöyle ki:

Bu müezzin zât, hem ileri derecede Arapça lisana sahiptir, hem de Doğu usulü Medrese tahsilli o 12 ilim dalında tahsil yapmış bir âlim olduğu halde, dört yıl Elmalılı Hamdi Yazır Kur’an Akademisi’nde talim derslerine katılarak, 2016 yılında Kur’ân Tashih-i Huruf Belgesi aldı. Üçü yayınlanmış beş telif eseri vardır. 14 Ciltlik, 6000 sayfalık Risale-i Nur Külliyatını, hem Arapça baskılarından, hem de Türkçe olarak tamamını defalarca (5 kez) hatmetmiştir.

 

Ayrıca artı olarak 3 Fakülte mezunudur: Hem İşletme Fakültesi, hem İlâhiyat Fakültesi ve hem de Sosyoloji mezunu olup, Din Sosyolojisi Yüksek Lisans diplomalı (sosyolog) olduğu halde, maalesef hâlâ müezzin kadrosundadır. Şu anda ise hâlen, Tasavvuf Doktorası ön lisans çalışmaları yapmaktadır.  Çok şaşırdınız, değil mi?...

Şimdi vicdanlarınıza seslenerek soruyorum:

 

Böylesine bir ilim, eğitim ve tecrübelerine rağmen, bu zât acaba niçin hâlâ müezzin kadrosundadır? Acaba, hangi din görevlisinde bu kadar üstün vasıflar var?...

 

Acaba böylesine bulunmaz ve ulaşılması çok zor seviyelere ulaşmış âlim bir zâtın, müezzinlik gibi bir kadroda harcanması Allah’tan revâ mıdır?...

 

Böylesine El-Ezher, yani Medresetüzzehrâ (hem Din ve hem Fen) ilimlerine sahip bir zât, Fetvâ makamlarında, Din işleri İstişare kurullarında veya benzer özel makamlarda istihdam edilemez mi?...

 

Acaba 29 Yaşlarında bir rahatsızlık nedeniyle, gerçekte ise hasbelkader bir İlâhî sınav gereği olarak, gözlerinin görme kabiliyetini kaybettiği için mi kendisine değer verilmiyor?... Elbette herkesçe malumdur ki âmâ olmak, asla kendi tercihi değildir.

 

Oysa tam tersi olması gerekmiyor muydu? Yani, böylesine âlim bir zâtın elinden daha fazla tutulması gerekmiyor muydu? Evet, Hâlâ niçin ihmal ediliyor?...

 

Bu mütevazı zât, çaresizlikle sessiz kaldığı için uhrevî sınavı kazansa, bu haksızlığı görmezden gelen ya da görevi olduğu halde bunu fark edemeyen yetkililer, acaba Allah cc indinde kendilerini nasıl savunacaklar? Tüm yetkililer de, bu zât ile sınanıyor olamaz mı?...

Kusura bakılmasın, ben bu konuda Allah cc indinde sorumluluktan kurtulmak adına sessiz kalamazdım. Çünkü ben de herkes gibi sınavdayım. Elimden geldiğince, Peygamber Efendimizin SAV “Eğer bir haksızlık gördüğünüzde, yetkiniz var ise I. elinizle veya II. yetkiniz yok ise dilinizle düzeltin. Buna da muktedir değilseniz, III. kalbinizle buğz edin” ..Hadîs-i şerifindeki 2. aşamaya göre hareket ediyorum.

Bu zât ile ilgili hiçbir nesebi yakınlığım da yok, hemşerilik yakınlığım da yok. Bu bilgileri ve haksızlıkları arz etmekle, aslında bu konuda görevlerini aksatanları, ciddi bir vebalden kurtarmış olacağım. Bu mağdur, mübarek ve mütevazı zatın, İlmî seviyesine ve %90 görme engeline göre bir göreve atanması dileklerimle arz ediyorum.

Bu mütevazı zât: Beykoz, Anadoluhisarı Fatih Sultan Mehmet Camii müezzini, Ali Osman Dağlı kardeşimizdir. Saygılarımla arz ederim... 

Yazarın Yazıları