Özge ŞİMŞEK
  • 17/02/2016 Son günceleme: 15/03/2016 11:53
  • 8.543

Beykoz'u en çok ondan uzaklaştığımda özledim.

Doğduğum büyüdüğüm güzel incim o benim. Hatırlarım ülkemden çok uzak diyarlarda bir başıma efkarlanmışım bir gün ve açmışım Mercan Dede'den bir tasavvuf müziği ve hülyalara dalmışım. Ruhum bir gece öncesi anneannemin yanına gitmiş, onun balkonundan Boğaz'ı seyre dalmışım. Bir sürü anı canlanıverdi o gün tıpkı şimdi olduğu gibi.

Çocukluğum, anneannemin geçmişi hatırlatmasıyla canlanıverdi. “Eskiden Beykoz çayırında papatyalar boy boy açar, atlar koşardı. Padişahların dolaştığı yerlerdi buralar. Oturaklı aileler vardı, yardımlaşır paylaşırdık” dedi.

Sanki değişen bir şeylerin olduğunu bana fark ettirmek ve kaybolan değerlere sahip çıkmamız için sarf ettiği sözlerdi bunlar.

Çocukken okula yürüyerek giderdim. İnsana güvenle birlik ve beraberlik içinde şimdiki zamanın korkularını yaşamazdık. Eski bir mezarlıkta kelebekleri kovalar, arılardan kaçardık. Komşularımız göz hakkıdır diyerek ağaçlarındaki meyveleri çocuklarla paylaşırdı. Ah ramazan olunca utanır yemek yiyemez, gizliden “çocuklar yarım gün oruç tutar” diye ailemiz bizi kandırır, öğlene kadar ufak gönlümüzü hem geleneklerimizi koruyacak hem de ufak bedenlerimizi sarsmayacak şekilde mutlu ederlerdi. Akşam ezanına kadar sokakta olma iznimizi az bir parça uzatabilirsek yaramazlık yapmadan edemezdik, ne mi yapardık?

Komşuların kapılarını çalar kaçardık. Bilirlerdi elbet ve kızmazlardı bizlere. Boğaz'ı izleyip balkondan karşı yakaya kadar bir köprü hayal ederdim. Küçük düşlerimde meleklerle gezer ve sanki eski bir ruhmuş gibi oyunlara pek katılmaz oyun oynayan arkadaşlarımı izlerdim. Bisikletle bir tur atabilmek mahallede günü gün ederdi.

İlk bisikletimi (ki rüyalarımı süslerdi) rahmetli büyükbabam bir gün pencerenin dış demirlerinden uzatarak göstermiş beni o yazın en mutlu çocuğu kılmıştı. Her akşam eve gelirken bir kutu küçük kare çikolatalardan getirirdi. Sabahları okula kadar eşlik ettiği zamanlar pastaneye girmek büyük heyecandı çünkü seçebileceğim o sene için bolluk gibi gözüken üç tane meyve suyu vardı; şeftali, kayısı ve portakal. Her gün bir diğerini içer ufak parmaklarımla yediğim ya bir poğaça ya da bir açma ile okulun yolunu tutardık.

Sessiz bir çocuktum ve ilkokula alışmam zor olmuştu ama Deri Kundura İlkokulu'nda bir öğretmenim vardı ki, zannedersiniz ikinci annem, Fatma Keskin.

Annem hemşire olduğu için nöbetleri olurdu ve herhangi bir sağlık durumunda beni Fatma öğretmenimin şefkatli kollarına emanet ederlerdi. Ne severdim onun yaptığı domates çorbasını ve hala sınıftaymışım gibi ödevlerimi yapmam için beni teşvik etmesini. İlkokulda bir hatıra defterimiz vardı, oraya sadece arkadaşlarım yazabilir ancak beni etkilemiş birkaç yetişkinin kalemiyle dokunmasına izin verirdim. Şimdi izin verirseniz 1 Nisan 1995 yılında öğretmenim yazdığı hatırayı sizlerle paylaşmak isterim: 

“Sempatik Kızım;

Eğitimde nasihatlerin yeri olmadığını bildiğimden sana nasihat edecek değilim. Yalnız şunu bil ki, hayat bir mücadele köprüsüdür. Bu köprüyü en iyi bir şekilde geçebilmen için çalışman, çalışman ve yine çok çalışman gerekir.

Hayat boyu şimdiki gibi sevecen, doğru, dürüst, yardımsever özelliklerinle başaramayacağın hiçbir şey olamaz. Daima gül, sev, say ve çalış. 

Satırlarımı sınırlandırırken başarı, sağlık, mutluluklar seninle olsun isterim. Gözlerinden öperim.”

Arkadaşlarım yazdıkları bu sayfaları bir ömür boyu saklamamı diledikleri için bakın hala yanımdalar ve artık sadece bana ilham olmayacaklar. Ah, hatıra defteri dediğim defter ise o zaman kırtasiyelerde satılan bir asker ajandasına benzemekte, içinde Sibel Canlar ve Hülya Avşarların fotoğrafları boyunca küçük kalplerin kalemlerinden çıkan temennilerle bezenmekte. Öyle güzel ve dürüst bir öğretmendi ki artık bende Beykoz'da bir öğretmen olarak kendisini örnek alacağım.

90'lı yıllar bambaşkaydı ve geçmişin o güvenilir nostaljisini her seferinde Beykoz'a adım attığımda öykünür, gizliden gizliye içimde bir hüzünle karışık bir sevgiyi yaşarım. Şimdi bu anılar yazdıkça olduğundan daha da fazla canlanıyor ve ufak bir dere gibi Boğaz'ın sularına karışmak için sabırsızlanıyor. Ortaokulda iken Beykoz Vakfı'nda tiyatroya başladığımı daha dün gibi hatırlıyorum. Nice parlak insanlarla bir arada sanatın bir ucundan tutmak ve kendimizi geliştirmek için zamanımızı geçirir, vakfın kütüphanesindeki kitapların içinde kaybolurduk. Hatta öykü ve fotoğraf yarışmalarında dereceler alınca yazmanın benim için önemli bir kanal olduğunu fark etmeme neden olmuştu. Şükürler olsun, daim olsun güzel niyetli ve paylaşıma açık insanlar. 

Dün Yalıköy durağında inince içim biraz burkuldu oysa... Tarihi Yalıköy fırınının kapanmış olduğunu fark ettim. Anneannem oranın ekmeğini sever diye girmeyi niyetlenmişken önündeki camdan bir başka nostaljinin tarihe karıştığının yanılsamasını gördüm. Sonra eskiden Şadan amcanın dükkanından oyuncak bebekler alma lüksünü veya sonra onun ufalan dükkanında türlü türlü herkesin sevmediği ama benim çok sevdiğim esans kolonyalarından evdeki irili ufaklı şişelere doldurmaya gittiğimi hatırladım. Hatırladıkça yad ediyor, eskinin güzelliğini yine yeniden güzel Beykoz'umuzda yaşatmayı kendime bir borç bilerek sizlerle paylaşmaya, hatırladıklarımı hatırlatmaya devam etmek isterim.

Sevgi ve huzur dolu günlere yürüyelim dostlarım. 

 

Yazarın Yazıları