Nuray AK
  • 10/05/2017 Son günceleme: 10/05/2017 18:59
  • 7.447

Baharın en güzel rengiyle selam dostlar,

Yine içim kıpır kıpır... Bahardandır! Nasıl olmasın ya hu? Ey elma ağacı, o sendeki çiçeğin rengi, şekli ne Allah aşkına? O nasıl ahenk nasıl işve?

Resmen güzelliğine çıldırtıyor kalbimi. Ya erguvanlar? Akla zarar. Bakmalara doyamıyorum. Yaradılış gayemiz, gayedeki güzelliğimiz, sırrımız, düzenimiz, hepsi saklı o mübareklerde. İnanın abartmıyorum, hani derler ya bir de benim gözümle görseniz...

Bahar İstanbul'u renkleriyle, kokularıyla sarmışken ruhlarda da bir değişim kendini gösteriyor sanki öyle okuyorum kalbimle. Gülen yüzler, daha nazik iletişimler, suretten sirete akan bakışlar ve konuşmalar, dingin ama heyecanlı ruhlar, yeni başlangıçlar ve en ilginci yeni sonlar… Yeni Bitişler... Her şey sonlu, ezel ve ebed Allah'a ait. Biten sistemler, biten dertler, biten ve giden ilişkiler... Neden? Gitmeden, bitmeden olmaz mı?

Altunizade'den ve ara sokaklarından araçla geçtim hafta sonu, trafik vesilesiyle de her karesini doya doya inceledim. Kaldırımlarını gördüm kara taşlardan, Üstadın şiirini mırıldandım:

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;

Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.

Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;

Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Altunizade İsmail Zühdi Paşa Camii'nin kapısına dakikalarca gözümü diktim sonra. Yeşil zemine varakla kitabesi yazılmış ve beni yaklaşık yüzelli yıl geriye davet eder gibiydi. Gitmemiş bizden, kalmış bizle tüm tarihini ve anılarını beraberinde getirerek. Hak yazarsa kim bilir daha yıllarca kimlere gösterecek haşyetini. Sanki kapısından girsem, bir tünelden geçsem 2.Abdülhamit Han hazretleri bekliyor gibi, her şey uhreviyattan tir tir titriyor gibi, kapıda ağaçlar Hay-Hu zikrini şakıyor gibi, huzur oradan merhaba diyor gibi, hakkaniyetli dostluklar avluda muhabbete dem vuruyor gibi...

Öyle gittim ki beş dakika, dönmek istemez gibi. Hem severken bugünü, hem özlem duymak geçmişte kalanlara, belki de çocukluğuma.

Rahmet diledim Mimar Ağası Altunizade Efendiye, içimdeki tarifsiz yolculuk için, Haydarpaşa Lisesi, Galatasaray Lisesi, Dolmabahçe Sarayı, Zeytinburnu Fişek Fabrikası, Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası, Küçüksu Kasrı, Beykoz Kasrı, Mum ve Kâğıt Fabrikası, İstanbul Üniversitesi ve bu güzel Cami ve yanındaki (her ne kadar harabeye dönmüş olsa da) hamam, fırın, lojman, Rüştiye Mektebi ve Muvakkithaneye sanat kattığı için.

Kısıklı dönemecinden geçerken ise, Temmuzun tüm 18-19-20 ve diğer geceleri geçti zihnimden. Zulmün kapı ardından fırladığı, haksever / vatanseverlerin ise zulme Emirgan Camii'nin dev kapısı gibi göğüs gerdiği geceler. Bu toprakların bizim, bizimse bu toprakların olduğumuzun en ciddi ahidleşmesiydi selalar.

Başka yere gitmeyiz, başka hürriyet bilmeyiz dediğimiz saniyeler. Orada soysuzlar sona girerken, bağımsızlık sevdamız tekrar başlangıca gark olmuş idi.

Çamlıca, ihtişamı ve 1453 metrekarelik nazlı hilalin dalgalanması eşliğinde bir Seyit Onbaşı gibi bekliyordu Anadolu yakasını. Ne geçiş veriyordu, ne kaçış.

Eteğinden akıp giden yolda gezenler, tefekkür edenler, okuyanlar, piknik yapıp mesire kültürü yaşatanlar... Herkes kendi başlangıç ve bitişlerini yaşıyordu.

Son ve başlangıç olmalı mı? Anladım ki ölmeden dirilemiyoruz. Bitmeden başlayamıyoruz. Bitirmeden, eskitmeden yanlışlarımızı; başlayıp bulamıyoruz yeni doğrularımızı.

Bu zamana dek eksikmişiz belki, bundan sonra hamdım/yandım/piştim diyeceğiz, kim bilir?

Kin ölmeden safi aşka gidilmiyor. Günah ölmeden Hakka yürünmüyor. Hiç-liğe ermeden ben olunmuyor. Sonsuz olmanın yolu ölümlü, yokluklu, hiçlikli olmaktan geçiyor dostlar. Elmanın yeşili aylarca kuru, kahverengi dal olarak sönük bir yaşam sürüyor. Dallarını çiçekler basması için bir dönem sürgün yaşayabiliyor kendine. Sonuç ortada. Evlere şenlik, düğün bayram her şey. Beklemeler, hiçlikte duraklamalar hep: Leyla’dan geçme faslındayım,

Mevla’yı bulma yollarında! Demek için.

Dostlar ben AÖF sınavıma giderken, aslen modern ismiyle içsel bir yolculuğa yürümedim, alenen koştum.

Neden bilmiyorum o gün ve takip eden şu günlerde hep etrafıma bakıp herkesi, her şeyi rahatsız eder derecede inceler oldum. Ne derdin var, hımmm acile gelmişsin ama dermansız bir hastalıktamısın, yanındaki eşinin elini sonsuza dek sıkıca tutabilecek misin, sevgili öğretmenim Sizler olmasanız görgü adap bilecek miydim, küçük öğrenci yarın yetişkin olduğunda anne-babanı sevecek ya da huzurevine postalayacak mısın? Aklımda sorular çılgın, fikirler deli, meraklar sonsuz.

Öldürdüklerim, bitirdiklerim, bitmesine gönlümle onay verdiklerim bana hep yeni haller, kapılar açıyor dostlarım. Duygularım temizleniyor, yeni hisler tanıyorum, kalbime yara olan yüklerime yol vererek ahir yolcuğuma katık hazırlamaya çalışıyorum. Beykoz'dan Erguvanın pembesi, papatyaların beyazı, Mardin'den kırmızı gelincik tarlası, Adana'dan limon ağacı ve portakal çiçekleri, 8 yaşımın sonsuz sevdaları arınmakla hayallerime geri dönüyor. Size de âcizane tavsiye ederim dostlar...

Yaşadığımız her gün, bitmeyen dünyevi gelişmeler, teknoloji sürati, sanal-yalancı ve bir o kadar zorunlu beşeri ilişkiler; istemeden yaşamak istediğiniz gerçek hayattan uzaklaşmanıza, yaşadığınız en güzel yılları unutup geçmişsiz kalmanıza, eş-dost kavramının gerçek sahiplerinden çalınmasına, bağrınıza kocaman taş oturmasına ancak sizin onun ağrısını dahi duyamamanıza sebep olabilir. Oysa herkes kadar özlemişizdir hepimiz mahallede taşları dizip topla devirdiğimiz yedi kule oynamayı, annelerin arifelerde toplaşıp temiz-tahta sofralarda açtıkları üzeri kavruk baklavaları, ilkokulda gittiğimiz kır piknikleri ve hatıra fotoğrafları, memlekette geçen yaz tatilleri ve yöresel yemeklerle beslenmeyi, tavuk kümesinden ellerimizle yumurta toplamayı, hatta toprağın altından patates sökmeyi... Ben bana kalsa buradan Kudüs'e kadar hatıra yazarım içimizi depreştiren, kalbimize deprem yaşatan, gözümüzden yüreğe iki damla yaş olan.

Suçlu aramıyorum, ne gelişen dünya ne değişen insanlar... Ama çözüm arıyorum unuttuğum vefa, gerçek dost, birbirine düşkün akraba-i taallukat kavramlarına duyduğum özleme.

Belki ben kendi yüreğimin kapısının önünü süpürürsem, siz süpürürseniz, onlar süpürürse gönül otağımıza cennet erken zuhur eder.

Bitmeleriniz hayra, başlangıçlarınız hayra çıksın inşa Allah. Şahika-i nura eresiniz. Sonlar, aslında yeniliklerin gebe günleridir. Korkmayın yeni doğumlardan.

Baki Huda’ya emanet olunuz dostlar.

İki sevgilinin gülüşüne benzer

Bir nisan havası değil mi esen?
Zincirlere, kelepçelere inat,
Kanatlarımı açmak zamanıdır;
Allahaısmarladık kaldırımlar.
Giyenler düşünsün dar elbiseyi;
Ölçülü sözü, hesaplı adımı
Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan;
Saltanat sürer gibi uçuyorum,
Erik ağacı gelin olduğu gün.
Hayranım bu şehrin bacalarına.
İrili ufaklı hep bir ağızdan,
Nasıl derinden gökyüzüne doğru
Bir türkü söylüyorlar öyle sessiz!
Dumanın daim olsun güzel baca!
Yuvası saçakta kalan kırlangıç,
Yavrusu dallara emanet serçe.
Derken camiler üstünde güvercin,
Minareler katından geçiyorum,
Gökyüzü mahallesi İstanbul’un.
Süt beyaz bir martıyım açıklarda,
Gemilere ben yol gösteriyorum,
Buğday ve ilaç yüklü gemilere.
Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
Bir süzülüşte vatanım dalgalar!

Cahit Sıtkı Tarancı

Yazarın Yazıları