Muharrem ERGÜL
  • 06/05/2016 Son günceleme: 06/05/2016 11:24
  • 6.709

Amsterdam Havalimanı'ndan biran önce çıkmaya çalışıyoruz.

İş ve gezi karışımı bir seyahat... Önümüzde uzun mu uzun bir pasaport kuyruğu... Belli ki Hollanda'ya girerken sorgu-sual faslı var.

Nihayet sıra bize geldi. Pasaport Polisi art arda soruyor. Üstelik abuk bir çehreyle "Buraya niçin geliyorsunuz ki?" dermiş gibi soruyor. Dudaklarımı ısırıyorum. Yutkunuyorum. "Sanane be adam!" diyeceğim ama gelin görün ki 'hır' çıkmasın, tadımız kaçmasın da istiyorum. Biran önce pasaport işlemlerimiz bitsin istiyorum.

- Hollanda'ya niçin geldiniz?

Aslında Belçika'ya geldim. Brüksel Havalimanı kapalı olduğu için buraya indim. Brüksel'e geçeceğim.

- Niçin geldiniz? (Soru tekrarlanıyor)

İş ve gezi için...

- Kaç gün kalacaksınız?

Altı gün

- Nerede kalacaksınız?

Muhtelif şehirlerde...

- Hangi otellerde konaklayacaksınız?

Şu, şu, şu otellerde ve iki gece de bir akrabamın evinde...

- Tek mi geldiniz?

Hayır eşimle

- Yanınızda ne kadar para var?

(Ben bu sırada paramı gösteriyorum)

Sorular bitiyor mu peki? Hayır, bitmiyor. Sabrımı zorlaya zorlaya sorular devam ediyor. İçimden, "Bitsin artık bu soru faslı" diye geçiriyorum. Canım sıkılıyor. Eşime dönüp, "Bir soru daha sorsun, cevap vermeyeceğim ve artık gerisin geriye döneceğim!" diyorum.

Ardından polis elinde tuttuğu pasaportumu eviriyor, çeviriyor; ağır hareketlerle giriş damgasını basıyor. Benden sonra bu kez eşime aynı soruları soruyor. Tavır ise aynı tavır: Küstahça... Neyse ki zor bela kendimizi içeriye atıyoruz. Kendi kendime "Özgür bir ülkeye mi yoksa hapishaneye mi geldik biz?" diye mırıldanıyorum. Oysa burası, aslında bizim 'öykündüğümüz' Batı değil miydi?

Yukarıda anlattığım diyalog, Hollanda'ya giriş yapan Avrupa Birliği ülkelerinin vatandaşları dışındaki her ülke vatandaşları ile Hollanda Polisi arasında sürekli tekrarlanıyor. Ne eksik ne de fazla: Her gün aynen yaşanıyor.

Son günlerde AB ile Türkiye arasındaki vizelerin kaldırılması tartışılırken, yedi günlük bir iş gezisi için Hollanda ve Belçika'daydım. Özendiğimiz, hayranlık duyduğumuz; düğünümüzü, bayramımızı orada yaparak statü kazanmak istediğimiz Batı diye nitelendirdiğimiz Avrupa, bana bu kez farklı görünüyordu.

Batı'ya bir şeyler olmuş... Alarm zilleri artık yakınlarda çalmaya başlamış. Şimdi, yergi ve övgüye bulaşmadan sizlerle bazı gözlemlerimi paylaşacağım.

Âkif'in "...tek dişi kalmış canavar" diye tanımladığı, Evliya Çelebi'nin de şu dörtlükte anlattıklarının hangisi doğruydu ve acaba ikisi de 'subjektif-yanlı' yaklaşımlar mıydı:

Diyar-ı küfrü gezdim

Nice kaşaneler gördüm

Dolaştım mülk-ü İslamı

Nice viraneler gördüm...

Havalimanından çıkar çıkmaz, çevredeki askeri araçlar ve gireni-çıkanı tasarrut (gözlem) altına alan silahlı askerler, alışıldık manzaraların da ötesindeydi.

DEMOKRASİ Mİ?

Suriye ve Irak'ı karıştıran Batılı güçler, karışıklığın tabii bir sonucu olan mülteci krizi ve ortaya çıkan terör olgusundan hayli endişeliler. Bu endişe, orada kendini yabancı hisseden bizlere de farklı duygular yaşatıyor. Biz yabancılığımızı hissederken, onlar bizi daha çok ötekileştiriyor.

Daha önceki seyahatlerimizde sokaklarda gördüğümüz kalabalıklardan eser kalmamış. İnsanlar daha telaşlı ve daha ürkek. Sosyal yaşam alanlarındaki güvenlik kaygısı, özgürlük kavramını hayli zedelemiş. Daha çok demokrasi daha çok özgürlük diyenler, şimdi tercihlerini daha çok güvenlikten yana kullanıyorlar.

Demokrasi mi, güvenlik mi ikileminde, demokrasi diye diye kendi dışındaki ülkeleri karmakarışık eden Batı mantalitesi kendi topraklarında demokratik değerleri rafa kaldırarak, tercihini güvenlikten yana kullanmaya başlamış bile...

Kendi uygulaması güvenlik odaklı olmasına rağmen, sözde müttefiki olan bizim gibi ülkelerde daha çok demokrasi istemesinin altında 'ne ola ki' diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.

Amerikan eski Başkanlarından Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı Brezezinski'nin 1993'de yayınlanan "Out of Control" adlı kitabında, "Dostlarınızda demokrasi isteyenleri bastırın, düşmanlarınızda demokrasi isteyenleri destekleyin" tezi, yeni bir film olarak vizyona mı sürülüyordu.

BRÜKSEL'DE SOKAKTA

Rönesans artığı gotik ve barok mimari tarzındaki tarihi binalar arasına bir hançer gibi saplanan modern tasarımlı cam giydirilmiş binaların doldurduğu gri şehir Brüksel caddelerini geziyoruz.

Başımı kaldırıp yukarı baktığımda, onlarca kiralık ve satılık konut ve işyeri ilanı hayret edilecek derecede artmış.

Ayrıca cadde üzerinde ve pasaj içlerindeki mağazalar adeta sinek avlıyor. Bir zamanların kibirli Başkenti Brüksel, krizden çıkış yolları arıyor.

Ortadoğu'yu petrol uğruna kan gölüne çeviren modern Avrupa'nın kibirli Başkenti Brüksel, silkinip kendine gelmezse, daha çok sıkıntı çekeceğe benziyor.

ANVERS DİYE BİR LİMAN

Öğleden sonra Belçika'nın liman kenti Anvers'e geliyoruz. Gecikmiş öğle yemeğinde bize evsahipliği yapan arkadaşımız anlatıyor:

"Anvers Avrupa'nın sayılı limanlarından biridir. Yine de öyle... Ancak limana giren gemi ve limana yük getiren araç sayısı hayli azaldı. Eskiden liman yolunda trafik kilitlenirdi. Görüyorsunuz, yollar şimdi hayli rahat. Burada yüzlerce şirket iflas etti. İşsizlik aldı başına gidiyor. Mevcut işyerleri de durmadan el değiştiriyor.

Diğer taraftan bir zamanlar kurtarıcı diye sarıldıkları, sömürgelerinden buraya taşıdıkları insanlara Kuzey Afrikalılara, Asyalılara ve özellikle de Müslümanlara düşman kesildiler.

Evlerimizde korku içindeyiz. Irkçı politikalar sürekli yükselen değer haline geliyor. 'Ya biz ya onlar' diyorlar. Sorsan, burası demokrasinin Başkenti... Sevsinler böyle demokrasiyi..."

SAĞIMIZ SOLUMUZ SOBE

Sağ ve sol kavramlarını Türkiye'deki bildik kalıplar olarak değerlendirmeyin diye peşinen söylüyorum.

Görülen o ki, Batı'da sağ partilerin oyu yükseldikçe etik ve dini ayrımcılık da en üst düzeye ulaşıyor. Irk temelli siyasetçiler son yıllarda İslamofobya üzerinden oy devşiriyorlar. Bu da Batı'daki farklı kültürlerin yaşamasını imkânsız hale getiriyor. Sağ partilerin ekonomik politikaları da daha çok 'zengini daha zengin ederek' orta ve alt gelir gruplarını eziyor.

Sosyal devlet yaklaşımı, ceberrut devlete yerini bırakıyor.

KUMANYA DAĞITTIK

Ertesi gün Hollanda'ya geçtik tekrar... Hollanda'nın küçük bir kentinde, adı bende saklı kalsın, bir gurbetçimiz bana aynen şunu söyledi: "Geçen yıl Ramazan'da ihtiyaç sahiplerine kumanya dağıttık"... Artık varın siz anlayın... Artık o eski 'Almancı' diye tanımladığınız Avrupa'daki Türk işçilerinin durumu da buradaki gelir dağılımının bozulması sonucunda sorunlu bir hale geldi.

Görünüşte AB ülkelerinin ithalat-ihracat dengeleri muhteşem ama kazanan yine büyük şirketler. Yurttaşların milli gelirden aldığı pay öyle binlerce dolar filan da hiç değil...

Kime sorumsa, "Ne var, ne yok?" diye; herkes mutsuz... "Hem gurbet, hem çaresizlik, hem ekonomik sıkıntı" diyorlar ve ekliyorlar: İçi sizi, dışı bizi yakıyor...

GURBET CUMA'SI

Cuma Namazı için Hollanda'nın Alkmaar kentindeyiz. Cami ve çevresi külliye gibi... Çevrede her yaştan insanın sosyalleşeceği alanlar mevcut... Cami lokalinde birçok arkadaşla sohbet fırsatımız oldu. Orada da 'bir dokun, bin ah işit' modunda herkes...

"İşsizlik bir yanda, çocuklarımızın eğitim sorunu bir yanda; ekonomik sıkıntı bir yanda..."

Derdini döken dökene... Sanırsınız ki, burası Anadolu'da az gelişmiş bir kasaba meydanı. Oysa burası Avrupa'nın en zengin ülkelerinden biri olan Hollanda... Sadece yıllık tarım ürünleri ihracatı yuvarlak rakamla 185 milyar dolar olan Hollanda... Mukayese etmeniz için bir rakam daha vereyim. Türkiye'nin toplam ihracatı 143 milyar dolardır...

Peki, niye böyle? Çok basit... Büyük şirketler, büyük kârlar ediyor. Çalışan, üreten ve özellikle de yabancılar bundan payını alamıyor.

"Niye" diye soruyorum, anlatıyorlar:

"Bizi istemiyorlar. Bir an önce Türkiye'ye dönmemiz onların işine yarayacak. Etnik ve dini temelli ayrımları da işin cabası... Sonumuz ne olacak; bilmiyoruz..."

Ezan okunmaya başlamıştı. Kederli ve mahzun bir şekilde çağrıya uyduk.

BRUGGES ORTAÇAĞI

Bugün tekrar Belçika'ya geldik. Brugges kentindeyiz. Hani bir "Prag'a mutlaka gidelim" sevdası vardır ya bir kısmımızda. İlla görelim diye. Brugges de öyle bir yer. Ortaçağdan kalma mimari özelliğini koruyan kentlerden biri.

Orası da krizden nasibini almış. Çikolata ve Until Adalarından sömürülmüş mücevher dükkânları bomboş. Yaşlı bir şehir burası… Nüfusu da hayli yaşlı ve mutsuz.

Brugges'i şöyle bir dolaştık. "Gitmek mi zor, kalmak mı zor?" şarkısındaki bir ruh haliyle arabamızın kontak anahtarını çevirdik.

IŞIK DOĞUDAN GELİR

Dönüş yolunda arkadaşlarla değerlendirme yaptık. "Ah vatanım, vah vatanım" dedik. Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu'muz dedik. Türküler söyledik. Uçak saatimiz yaklaşıyordu. İçimiz sevinçle doldu. "Çocuklar gibi şendik" mısrasını hatırladık.

Çok kültürlü, çok milliyetli Avrupa hayali çoktan yitip gitmiş. "Zaten böyle bir hayal de yoktu" diyeceksiniz, değil mi?

Çoğulculuk, bizim topraklarımıza has bir yaşam biçimidir. Farklı sesler, renkler ve kimlikler her şeye rağmen bizim coğrafyamızın gururudur.

Bir kez daha anladım ki, Cemil Meriç çok haklıymış:

"Işık Doğudan gelir"

Şimdi, "Oysa her şey Batı'dan gelmemiş miydi?" dediğinizi duyar gibi oluyorum.

Görece öyle ama gerçek öyle mi?

Yazarın Yazıları