“Merhaba sevgili okur! Yeni bir köşe yazısı vakti geldi… Yazacak o kadar ama o kadar çok konu var ki…
”
Ülkemiz maazallah, malzeme bakımından oldukça olanak sunuyor köşe yazarlarına… Ancak bazen insan hakikaten yazmak istemiyor. Nihayetinde, yazdıklarımız karşımızdakinin anladığı ve değer verdiği kadar…
Bugüne kadar çok eleştiri yazısı yazdım sisteme dair. Gelgelelim, bir tane muhalefet mensubunun -parti üyesi, aktif siyasetçi veya sivil vatandaş- bu yazıyı paylaştığını görmedim… Hani paylaşan insan sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. Onlar da hep aynı kişiler… 24 saat siyasetle yatıp kalkanlar, ciddi eleştiri yazılarına bir beğeni dahi atmazlar hatta… Tabii sen onları yazacaksın, öveceksin; onlar o tür yazıları severler… Kendilerinin tek dertleri başkanlık yaptıkları dernek yönetimlerini, görev aldıkları bilmem ne başkanlıklarını veya -istisnalar kaideyi bozmaz- (göğe uzanan cehaletleriyle) koltuğuna oturmayı zar zor başardıkları meclis üyeliklerini basamak olarak kullanıp nihai hedef olarak gördükleri TBMM koltuğuna oturmak ya da bu yolda başarı gösteremezlerse daha büyük görevlere atanmaktır zira.
Bu memleket ne çektiyse, işini samimiyetle yapmayan, vatanını hakikaten aşkla sevmeyen ve daha çok “bana bana” diyen tiplerden çekti, çekmeye de devam edecek. Ah sizin gibiler, ah! Siz etkinliklerinizde selfi çekmeye devam!
A’sı, B’si fark etmez. Birbirlerini eleştirirler ama gücü eline alan “liyakat, yetenek, başarı” kriterlerini unutup adamını beslemeye bakar… Bazı fıtratsal konularda kimsenin farkı yok aslında bir diğerinden. Kimse kendini bir diğerinden üstün görmesin!
Yozlaşmışlık…
Biz dedik diye düzelmiyor hiçbir şey. Zaten bıktık yozlaşmış bir Türkiye’yi, yozlaşmış siyasetçiyi, yozlaşmış kurumları ve hatta yozlaşmış vatandaşı yazmaktan. Yazmaya da bayılmıyoruz. Memlekette böylesine sorun olmasa da keşke; biz de börtü böcek yazsak, şiir yazsak, sanat yazsak…
Ne Narin’i, ne enerciiii enerciiii diyip diyip salıverileni, ne 2 yaşında tecavüze uğrayan bebeği, ne garantisi verilmiş geçiş veya uçuş haklarıyla vatandaşın zararına peşkeş çekilmiş ihaleleri, ne içine edilmiş eğitim sistemini, ne kabarık suç dosyalarına rağmen elini kolunu sallaya sallaya aramızda dolaşanları ve güzeller güzeli şehidimiz Şeyda polisi, ne duyulan güveni yerlerin dibine geçmiş hukuk ve adalet sistemimizi, ne kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan siyasi partileri, gerçek yüzleri bilmem hangi tür videolarda ortaya çıkan siyasetçileri ve daha birçok iğrençliği kim yazmak ister ki? Aklımızı peynir ekmek ile mi yedik de bunlar üzerinde düşünelim, konuşalım, yazalım? Yapacak çook daha güzel şeyler var şu kısa hayatta…
Önce aynaya bak!
Ama şunu demeden geçemeyeceğim. Eleştirmek işin kolay yanı. Sabahtan akşama değin kahve köşelerinde okey oynarken de çok kurtarılıyor bu memleket içine düştüğü bataklıktan. Sen, tüm bunları eleştirmeye hakkım var mı diye soracaksın önce. Kendine soracaksın. Önce aynaya bakacaksın. Sen elindeki güç ile hangi küçük günahı işliyorsun? İşlemiyorsan ne âlâ! Eleştirmeye hakkın var demektir.
Neyse bu seferlik böyle olsun… Gözlemeye ve biriktirmeye devam… Bir sonraki yazıda kusarız belki yine içimizdekileri…
Orhan Veli’nin “Kuyruklu Şiir”i ile bir sonraki yazıya kadar hoşça kal diyeyim size:
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası götürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil, hani,
Böyle kuyruk sallamak tanrının günü.
Kalemine sağlık sevgili Arzu. Ancak bu kadar güzel özetlenebilir. Malesef insanların egosu ve fıtratı her bir şeyden üstün.