Av. Ferda KAZANCIBAŞI
  • 01/01/1970 Son günceleme: 05/11/2012 23:11
  • 17.715

Ben tarihçi değilim. Haddimi de aşmak istemem. Sadece yakın tarihimizin herkes tarafından bilinen konuları arasından kıyıda köşede kalmış bazı noktalarını ön plana çıkartmak istedim.

Bu doğrultuda mevcudumdaki kaynaklardan edindiğim bilgileri mümkün olduğunca yorum yapmamaya dikkat ederek siz okurlarımızın değerlendirmelerine sunuyorum.

 
Bir Sultan Reşad Dönemi ki
 
31 Mart Vakası sebebiyle İkinci Abdülhamid’iin tahttan indirilmesini takip eden 27 Nisan 1909 tarihinde Sultan Mehmed Reşad saltanat makamına çıkıyor. Bu esnalarda Osmanlı’nın yer altı ve yer üstü kaynakları batılı ülkelerin iştahını kabartmakta ve kendi aralarındaki paylaşım rekabetini kıyasıya kızıştırmaktadır. Nihayet bir tarafta itilaf devletleri olarak tanımlanan İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Amerika ve diğer tarafta müttefikler olarak tanımlanan Almanya Avusturya Macaristan ve Bulgaristan olmak üzere aralarında kızışan bu rekabet küçük bir kıvılcımla 28 Temmuz 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep oluyor. Alman’ların Goeben ve Breslav adlarındaki savaş gemileri Akdeniz’de İngiliz’lerin amansız takibinden yara almış olarak limanlarımıza sığınmıştır.
            Bundan sonrasının ne olduğunu (Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tarihi Küçüksu Mesire Yeri). isimli yapıtın 33/36 sayfalarındaki açıklamalarından izleyelim;
           Alman’ların Goeben ve Breslav zırhlıları İstinye Tersanesi’nde bakım gördüğü esnada Goeben Zırhlısı mürettebatı Anadoluhisarı İdman Yurdu Futbol Takımı ile Küçüksu Mesire Yeri’nde dostluk maçı yapıyorlar. Hemen sonra sinsice Karadeniz’e açılıp gönderlerine Osmanlı bayrağı çekerek Rusya’nın Sıvastopol şehrini topa tutuyor. Bu sebeple Osmanlı Devleti
02 Kasım 1914 tarihinde kendisini Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında buluyor.
             Bir yıl sonra zaferle sonuçlanan Çanakkale Savaşı’nda gözünü kırpmadan vatan savunmasına koşan yüz binlerce Mehmetçik’i şehit veriyoruz. Osmanlı Orduları’nın Irak, Filistin, Hicaz, Makedonya, Romanya, Galiçya gibi farklı pek çok cephelerdeki savaşları yetmiyormuş gibi üstelik doğu cephesinde Rus’lar ve Ermeni’ler ile de boğuşuyoruz. Güney cephelerinde (Albay Von Kress) ve (General Falkenhayn) gibi Osmanlı Ordularına komuta eden başarısız Alman Subayları’nın elinde Türk Askerleri israf ediliyor. Diğer tarafta Araplar İngilizlerle birleşerek Mehmetçik’e karşı saf değiştiriyor. Almanya, Avusturya ve Bulgaristan savaştan yenik olarak cepheden çekildiklerinde Osmanlı Devleti itilaf devletleri karşısında tek başına kalıyor.
           Nihayet dokuz yıllık bir saltanat sürecinden sonra Sultan Mehmed Reşad 03 Temmuz 1918 günü vefat ettiğinde arka arkaya gelen savaşlardan bitap düşmüş ve ayakta duracak mecali kalmayan bir Osmanlı Devleti’ni  Sultan Mehmet Vahdettin’e devretmiş oluyor.      
        
Vahdettin  bombayı kucağında bulmuştu
 
          Vahdettin 04 Temmuz 1918 tarihinden itibarensavaşlardan bitap düşmüş mecali kalmamış şartlardaki Osmanlı Devleti’nin sorumluluğunu devir alırken aradan henüz dört ay gibi kısa bir süre geçmemişti ki, bu kez de Mondros Ateş Kes Mütarekesi ile karşı karşıya kalıp bombayı kucağında bulmuştu.
          Mondros Mütareke anlaşması’nın (5)’nci maddesi Osmanlı Ordularının cephane ve silahlarını bırakmalarını ve terhis edilmeleri şartını koşuyordu. (7)’nci maddesi ise İtilaf Devletleri’nin gerekli gördükleri hallerde topraklarımızın işgal edilmesi yetkisini tanıyordu. Ancak mütareke henüz imzalanmış değildi.
           Mütarekenin imzalanmasından öncesindeki gelişmelere ait (1946 tarihli Maarif Vekaleti yayınlarından Türk Ansiklopedisi Cilt: 4sayfa 94/1) de yapılan açıklamada ;
           Mütareke şartlarının haberini alan Mustafa Kemal Paşa 04 Ekim 1918’de sadrazamlık makamına gelen Ahmet İzzet Paşa’ya çektiği telgrafla  “Mütareke şarlarında yanlış anlamalara elverişli bulunan noktalar düzeltilmeden orduların terhis edilmesinin doğru olmadığını, düşmanların her dediğine boyun eğilmesi takdirinde ihtiraslarının önüne geçilemeyeceğini, tüm bu sebeplerle kayıtsız şartsız teslimiyet sonuçlarını oluşturacak mütareke şartlarının imzalanması takdirinde ülkenin felaketi olacağı yolundaki endişelerini ilettiği) belirtilmektedir. 
 
            Mustafa Kemal Paşa’dan gelen uyarıyı takip eden zamanda, Vahdettin tarafından görevlendirilen Sadrazam İzzet Paşa, Bahriye Nazırı Rauf bey, Harbiye Nazırı Müsteşarı Reşat Hilmi ve Kurmay Yarbay Sadullah bey’den oluşan heyet Mondros’a gönderilmiş ve 30 Ekim 1918 tarihli mütareke şartları aynen kabul edilerek imzalanmıştır.
            Padişah’ın Mondros Mütareke şartlarına karşı direnme yetkisi yönünden konuya bakıldığında (Ord. Prf. Ali Fuat Başgil’in, Esas Teşkilat Hukuku. 1960 tarihli kitabının 89/93 sayfaları)’ndan edindiğimiz bilgilere göre ;
            Teşkilatı Esasiye Kanunu (Anayasa)’nın (53) ve (113) maddeleri, önemli hallerde karar verilmesinde padişahı son makam olarak yetkili kılmaktadır. Dilediği takdirde tek başına irade buyurarak (Ayan) ve (Mebusan) meclislerini fesih etmek veya toplamak suretiyle müzakerelerden çıkacak sonuca göre dahi tek başına karar verme yetkisine sahiptir.
            Uygulamada ise padişah Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun tanıdığı yetkiyi kullanmadığı ve mütareke şartlarının kaderini tek başına Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ve Heyeti’nin eline bıraktığı anlaşılmaktadır.
            Neticede Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihinden itibaren çok az bir zaman geçmişti ki, 13 Kasım 1918 günü altmış parçadan oluşan işgal kuvvetlerinin savaş gemileri Marmara Denizi’nden süzülerek İstanbul limanına demirleyip toplarını Dolmabahçe Sarayı’na doğru çevirdiler. Ertesi günü de karaya asker çıkarmaya başladılar. Rum ve Ermeni’lerden oluşan azınlık gurupları ise düşman askerlerini sevinç gösterileri ile karşılıyor, taşkınlıklar yapıyorlardı. Düşman işgali karşısında İstanbul Halkı’nın sesi kısılmış durumda. Aynı gün Sadrazam Ahmet İzzet Paşa hükümeti çekilmiş, onun yerine Tevfik Paşa kabinesi kurulmuştu.            
           Son gelişmelere bakıldığında Sultan Mehmed Reşad Dönemi’nden doğru Vahdettin’in kucağına düşen bombanın pimi önceden mi çekilmiş  idi ? Yoksa Vahdettin Sadrazam Ahmet İzzet Paşa heyeti tarafından Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasına seyirci kalmakla, kucağına düşen bombanın pimini kendi elleri ile kendisi mi çekmiş idi? 
            Bu noktadan itibaren ileriye dönük gelişmelere bakıldığında, önceden kestirilemeyen mütareke sonuçlarının ülke adına oluşturduğu vahim gelişmeler karşısında, Vahdettin tarafından mutlak pişmanlığın duyulacağı ve bundan böyle de telafi edici çareler arayışı içinde olunacağı makul bir beklenti olacaktır.
           (Sultan Vahdettin ve Mustafa Kemal Paşa) konulu yazının bütünü bu köşeye sığmadığı için devam eden kısmını bir sonra ki sayıya bırakıyorum.
           Hoşça kalınız.
Yazarın Yazıları