Muharrem ERGÜL
  • 31/03/2016 Son günceleme: 31/03/2016 22:44
  • 10.349

İstanbul siluetinin en bilindik simgelerinden biri Kız Kulesi'dir. Marmara Denizi tarafından gelenler o kuleyi görünce İstanbul'u seyre başlar.

Kayıp Beykoz Köşkü Nihayet...

İstanbul siluetinin en bilindik simgelerinden biri Kız Kulesi'dir. Marmara Denizi tarafından gelenler o kuleyi görünce İstanbul'u seyre başlar. Boğaz tarafından gelenler de o Kuleyi gördüklerinde İstanbul'dan ayrılmanın hüznüyle Marmara’ya doğru süzülürler. Hepimiz o kuleyi çok sevmişizdir. Ancak benim gibi Kız Kulesi'ne mesafeli yaklaşanlar da vardır. Nedense bilmiyorum, ben de oldum olası Kız Kulesi'ne karşı bir soğukluk, yabancılık hissi vardır. Kasvetli bir Ortaçağ kalıntısı hissi zihnimi yarar. Aynı duygu Galata Kulesi'ne bakınca da benliğimi sarar. Sonra başımı kaldırıp bizim medeniyetimizin simgelerine bakınca içimdeki kasvet yerini aydınlığa terk eder. Kendime gelirim. Mutluluk ve huzur iklimine yelken açarım. Ardından da "İyi ki bizim İstanbul'dayım" derim.

Hep düşünmüşümdür. Pagan kültürünün izleri üzerinde yükselen Bizans yapımı bu eserin dışında İstanbul ve Boğaz'da deniz üzerinde başka bir yapı olabilir miydi? Düşünmemin nedeni şuydu: Osmanlı, fethettiği her yere kendi mührünü abidevi eserlerle vuruyordu. Dolayısıyla İstanbul'un fethinden sonra İstanbul'un sur içi nasıl ki, dini yapılarla, çeşmelerle, okullarla, köşklerle donatılarak yeni bir medeniyet ortaya çıkarılmışsa, sur dışında da başka eserler mutlaka yapılmış olmalıydı. Bizans'ın sembol eserlerinden olan deniz üzerindeki Kız Kulesi benzeri bir başka yapı da İstanbul Boğazı'nda olabilir miydi?

Kültür ve medeniyet eklektik bir anlayışla gelişir. Bir öncekiler bir şey yapar, ardından gelenler yapılanı kendi anlayışlarına göre geliştirirler. Her medeniyet kendi mimari yapısını oluşturur, kente kendi mührünü vurur. Kadim kentlere bakınca bunu görürsünüz. Kahire, Kudüs, Şam, Üsküp, İstanbul ne kadar bizim medeniyetimize aitse, Paris, Roma, Londra, Moskova, Viyana bizim medeniyetimize hayli uzaktır.

Her medeniyet ve kent saygındır ama kendi kültürüne aittir.

Bu duygu ve düşüncelerle, fetihten sonra İstanbul'da deniz üzerinde Kız Kulesi benzeri bir yapı olabilir mi diye yıllarca iz sürdüm. Sordum, soruşturdum. Balıkçılarla, dalgıçlarla hatta denizbilimcilerle konuştum. Konuştuğum insanlar, Boğazın bazı noktalarında normaldışı sığlıklar olduğunu söylediler ama hepsi o kadardı. Hatta kimi arkadaşlarım, düşüncemin fantezi olduğunu söylemeye kadar vardılar.

Yılmadım, İstanbul Boğazı'yla ilgili rivayetleri derledim. Boğaziçi üzerine yazılan kitapları okudum. Okudukça mutlaka bir sonuca varacaktım. Çünkü ipuçlarını seziyordum.

Hepimizin malumudur. İstanbul Boğazı'nın en geniş yeri "Paşabahçe Koyu" ile "İstinye Koyu" arasındaki bölgedir. Boğazda olduğunuzu bilmeseniz, burayı 'göl' zannedersiniz.

Boğazda bir yapı olacaksa bu bölgede olmalıydı diye düşünmüşümdür. Olacaksa da İstinye Koyu'nda değil, Paşabahçe Koyu'nda olmalıydı. Çünkü Paşabahçe, Anadolu tarafındaydı. İstanbul'un fethinden sonra önce sur içi sonra Anadolu tarafı iskân edilip, bayındır hale getiriliyordu.

Paşabahçe Koyu'na dikkatle bakıyordum. Gözlemlerimi o bölgeye yoğunlaştırmıştım. Beykoz vapur iskelesinden kalkan gemilerin, Paşabahçe İskelesi'ne doğru gidişleri çok dikkatimi çekmişti. Beykoz'dan kalkan yolcu vapurları Paşabahçe’ye doğru giderken, düz bir hat üzerinden gitmiyordu. Sultaniye bölgesine yaklaşırken elips şeklinde sahilden uzaklaşıyor, Paşabahçe'ye yaklaşırken tekrar sahile doğru yönelerek, iskeleye öyle yanaşıyordu. Bu bölgeye yaklaşan tüm büyük tonajlı gemiler aynı şekilde seyrediyordu.

Bahsettiğim noktanın Sultaniye Çayırı diye bilinen mevkiinin açığı olduğunu belirtmeliyim. Bu noktaya tekneyle birkaç kez denizden gittim. Sahilden oldukça uzak ama sığ bir yer olduğunu da gözlerimle gördüm. Merakım her gün artmaya başladı. Bu bölgede bir şey vardı ama neydi?

İlk ipucunu Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin 1. kitap 2. cildinde yakaladım. Seyahatnamenin 260. bölümünde ve "Beykoz Kasabasının İmaretlerini Bildirir" başlığı altında, bugünkü "Sultaniye Çayırı'nın bulunduğu yerle, İncirköy Mahallesi arasında kalan bölgeyi" şöyle anlatıyor:

"Beyazıd-i Veli Han yapısı güllük bir cennet bağıdır. Burada da büyük serviler vardır ki, başını göklere uzatmıştır. (...) tarihinde Allah bilir III. Murat zamanında Özdemiroğlu Osman Paşa, Gence, Şirvan- Şemakı yahut Tebriz'i fethettiğinde, orada bulunan bir köşkün kapısını, penceresini, camlarını ve pencere kapaklarını tamamen padişah huzuruna göndermişti.

Onlar da bu ibret verici usta işi ziyan olmasın diye Sultaniye Bahçesi'nde deniz kenarında bir İrem Köşkü yapmışlar ki, bugüne kadar bütün süsleme ustaları Mâni, Erjenk, Behzad, Velican gibi nakkaşlar gelip seyrettiklerinde hayran kalırlar.

Bu kadar senden beri deniz havasından hiçbir nakış ve süslemesi bozulmamıştır. Bütün yeryüzünde, yerle gök arasında bulunan bütün canlı varlıklar bu köşkte mevcuttur ki, melekler kalem çekmekte acizdirler. Av sahnelerini öyle bir şekilde çizmişler."

Evliya Çelebi'nin bu anlatımı yaklaşık 1650'li yıllara denk geliyor. Dönem Fatih Sultan Mehmet'in oğlu II. Beyazıd dönemi...

Anlaşılan o ki, iz üzerindeyim. Bu bölgede merakımı giderecek bir yapı var. Ama nerde? Sultaniye Çayırı'nda mı doldurulan sahilde mi, kıyıda mı, yoksa denizde mi?

Arayışım sürerken, ikinci bir kaynağa tesadüfen ulaştım.

Çağımızın Mimar Sinan'ı olarak bilinen Mimar Sedat Hakkı Erdem'in Türk Bahçeleri kitabı, gözümü gönlümü açtı.

Kitabın 17. sayfasında Fransız Arkeolog Antoine Galland (1646-1715) ise 1673 yılında köşkü gördüğünü ve köşkün Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırıldığını belirtiyordu. Galand, "bu güzel köşkün deniz üstüne üçer üçer birbirinin üzerine yatırılmış sütun parçaları karıştırılarak yapılmış bir kaide üzerine inşa edilmiştir. Öyle ki, kaide duvarları içine gömülmüş" antik taş sütunları yakından incelemek için sandala bindiğini de ifade etmektedir.

Galand, köşkü anlatmaya devam ediyor:

"Köşkün dışı ve içi çok güzel çiniler ve birbirine uydurulmuş mermer ve porfir levhalarla kaplıdır. Köşkün eksikliğinden dolayı (köşkün o tarihte doksan yıllık olması gerekir) çiniler bazı yerlerde dökülmüştür. Bütün pencere kapakları tamamıyla Acem işi, küçük tasvirlerle nakşedilmiştir. Bu nakışların yeniyken çok güzel oldukları kolayca tahmin edilebilir. Köşkün içinde, Hünkârın yatmak için kullandığı örtüler, görülmeğe değerdi."

Köşkün içi duvarında da Acemce şu beyit okunmuştur:

Bu kasr-ı dilküşaye bi nazir olmaz bu dünyada

Hususa vaki olmuştur, kenar-icu-i deryada

Beytin bugünkü anlamı ise şu şekildeydi:

Bu köşkün bu dünyada bir eşi benzeri yoktur

Özel olarak sahile yakın denize inşa edilmiştir

Şimdi her şey belli olmuş, Antoine Galland son noktayı koymuştu. Bahsini ettiğim sahile yakın denizde bir köşk vardı.

İz sürmeye devam edelim...

1710 yılında Mimar Loos, Köşk ve çevresine ait bilinen tek resmi çizmiştir (EK 1-2). Daha sonra çizilen restitüsyon planı bu resimden faydalanılarak çizilmiştir (EK 3).

III. Selim döneminde burayı gören gravür sanatçısı Antoine Ignace Melling, yapının sadece duvar kalıntılarını gördüğünü belirtmiştir.

Avusturya asıllı tarihçi ve diplomat Joseph Von Hammer ise Evliya Çelebi'nin tarifine ek olarak nakışların doğunun en ünlü ressamları Mani ve Behzad'ın eserleriyle mukayese edebildiklerini söyledikten sonra "Köşkün bütünüyle kaybolduğunu ve yerinde Reis Efendi tarafından yaptırılmış yeni bir sarayın olduğu" bilgisini eklemektedir. Hammer'ın bu ifadeleri kullandığı tarihte yaklaşık 1850'li yıllara denk düşmektedir.

Bütün bu bilgilere ek olarak, Mimar Sedat Hakkı Eldem, 1930'lu yıllarda yerinde yaptığı gözlemleri şöyle anlatmaktadır:

"Deniz Köşküne ilişkin izler, bugün tümüyle ortadan kalkmıştır. Yalnız su ortasında olan temel duvarları ile etrafındaki rıhtım veya mendirek taşları şimdi bile ayakta durmaktadır. Deniz ortasında olan bu temel ve rıhtım taşları, olağanüstü büyük boyutlarıyla ilgiyi çekmektedir. Bunların gerçekten rıhtıma ait oldukları bugün denizin dolmasıyla sahil içinde kalmış olan bir kısım rıhtım duvarı parçalarından kesin olarak anlaşılmaktadır. Yolun yükseltilmesiyle doldurulan kısımların altında, son yıllara kadar ayakta duran ve köşkün müştemilatına ait olan duvar kısımları vardır ki, bunlar bugün yok olmuştur. Mendireği andıran taşların ortasındaki dört köşe olan kaidenin, köşkün kaidesi olduğu ve deniz içinde bulunduğunu söyleyebiliriz."

Yukarıdaki anlatım, Sedat Hakkı Eldem'in bizzat doğruladığı vaziyet planında rahatlıkla görülmektedir (EK-3).

Yani mendirek, kökün girişi, dalyan ve dolma kıyı, 1900'lü yılların başında rahatlıkla görülebiliyordu. Deniz sarsıntıları ve fırtınalar bakımsız olan köşkü ne yazık ki, denize batırmıştı. O günkü şartlarda sahipsiz kalan köşk, zamana yenik düşmüştü.

Buraya kadar belgeler ışığında anlatmaya çalıştığım Sultaniye (Beykoz) Köşkü, bugün bir medeniyet ihyacısını deniz dibinde beklemektedir. Diyeceksiniz ki, "Her şey bitti, şimdi batık köşkü oradan çıkarmak mı kaldı?"... Elin oğlu böyle tarihi eserleri okyanusun dibinden çıkartıyor. "Turizm! Turizm!" diye yırtınıyoruz. Beykoz Köşkü niye ihya edilmesin? Bizans'ın Kız Kulesi'ne her onarımda onca para harcanıyor. Varsın bizim medeniyetimize ait bir esere de biraz cömert davranılsın.

Medeniyet dediğimiz şey kolay olmuyor. Böyle eserleri koruyup, kollayıp biriktirmek, medeniyet dünyamızın olmazsa olmazıdır. Bugün çeşme, yarın mescit, öbürgün bir yapı kaybolur; ardından hepimiz kayboluruz.

Meseleyi büyük düşünmek gerekiyor. Gökdelen yapmakla medeniyet olmuyor sadece...

Beykoz Köşkü'nün bize çok şey katacağına inananlara bu yazı bir açılım olursa ne mutlu...

KAYNAKÇA

- Evliya Çelebi Seyahatnamesi

- İstanbul Şehir Rehberi 1934

- İstanbul Ansiklopedisi - Reşat Ekrem Koçu

- Boğaziçi Şıngır Mıngır - Salah Birsel

- Boğaziçi'nde Tarih-Samiha Ayverdi

- Gemiler... Süvariler... İskeleler - Eser Tutel

- Türk Bahçeleri - Sedat Hakkı Eldem

- Mirat-ı İstanbul - Mehmet Raif

- Boğaziçi Sayfiyeleri - İnciciyan

- 18. Asırda İstanbul - İnciciyan - Hırant D. Andreasyan

Yazarın Yazıları