A. Raif ÖZTÜRK
  • 01/01/1970 Son günceleme: 01/01/2014 23:11
  • 9.131

İşletmeciliğin ve yöneticiliğin kendine has prensipleri ve kuralları vardır. Bu kurallar ihlâl edildiğinde, hoşgörü ve iyi niyetlere rağmen acımasız neticelere katlanılır.

İhmallerinde bile genellikle birtakım sıkıntılar, zararlar, hatta iflâslar olabilir. Bendeniz ticaret hayatına atılmadan önce, ülkemin en büyük şirketlerinden birinde işletme Mk. teknisyenliği ve vardiya âmirliği yaptığım yıllarda, bu tür hataların nelere mâl olduğunu yakinen müşahede etmiştim.

İLGİNÇ BİR ÖRNEK: Şirketimizden ayrılan bir vardiya âmiri arkadaşım, yeni kurulan bir fabrikaya genel müdür olarak atanınca, bendenizi de hemen işimden ayrılıp, çok daha yüksek ücretlerle o fabrikaya işletme müdürü olmamı teklif etti. Bendeniz; çalıştığım şirketin benim üzerinde (tahsilimde bile) hakları olduğunu düşünerek, kendi müessesemde sadık kalmayı tercih ettim. Fakat o fabrikayı da merakımdan dolayı çok yakın takibe aldım. Yeni kurulan bir fabrika olduğu için 100-125 kişilik kadroları sürekli arttırılarak, 300’e kadar çıkarıldı. Fakat bu yeni alınanlar yukarıda bahsettiğim kriterlere (işletmecilik prensiplerine) göre değil de “hem-şehrî”, “akraba”, “yakînim” gibi kriterlere göre alımlar yapılıyordu. Bir ziyaretimde o genel müdür arkadaşıma bunun yanlış olduğunu, “sabıka kayıtları”, “sağlık raporları”, “önceki işyerlerinden referanslar”, “kabiliyet”, “teknik yeterlilik” ve “muhtarlıklarından iyi hal ilmühaberi” (v.s.) kriterlerin çok daha önemli olduğunu ikaz etmiştim. O müdür arkadaşım ise bana; “Raifçiğim, mühim olan işçilerin kendi aralarındaki uyumlarıdır. Birbirileriyle iyi geçinmeleridir ve anlaşmalarıdır. Mesleği nasılsa öğrenirler. Akraba ve hem-şehri olmalarını bunun için tercih ettim. Aklım onlarda kalmaz, kafam dinç olur, ben daha çok rahat ederim” deyince, bu işyerinin akıbetini daha çok merak etmeye başladım. Gelişmeleri daha yakından takip ediyordum. Günler, aylar ve yıllar çabucak geçti. Üçüncü seneden sonra o fabrikada ayaklanmalar, direnişler ve grevler başladığını duydum. O müdür arkadaşımı ziyaret ettim ve sebeplerini sordum. Ağlamaklı bir yüz ifadesiyle bana:

 

-“Raifçiğim, sen meğer ne kadar da haklıymışsın” diyerek söze başladı ve şunları söyledi.

-“Bunlar birkaç sene içinde, aralarında öyle sıkı fıkı kenetlendiler ve örgütlendiler ki, birisi işe gelmese veya yüz kızartıcı bir suç işlese, ona verilen disiplin kurulu cezasını iptal ettirmek için, topluca isyan ediyorlar. Bu şekilde yönetilemeyeceğini ısrarla bildiren müdürlerim ayrılıyorlar. Gelen en tecrübeli ve en uzman yeni müdürler de birkaç ay ancak dayanabiliyor. Tedbir için elebaşlarının tasfiyesine giriştiğimizde ise aynı iş durdurmalarla fabrika zarara sokuluyor.” ..diyerek, çaresizliğini haykırıyordu. Kısa bir müddet sonra kahrından hastalandığını, işyerinden ayrıldığını ve o şirketin iflâs ederek el değiştirdiğini öğrendim…

 

Bu ilginç olayı şunun için anlattım: 2002 Tarihinde kurulan hükümette de aynı İYİ NİYET hatalarının yapıldığını çok net görüyoruz. Sadece fark; bürokrasideki kadrolaşmada “inançlı, dinine bağlı, güvenilir bir cemaatin mensupları v.s.” gibi masum kriterler tercih edilmişti. Bunca yıllık iş tecrübelerime rağmen, bu tercihi ben de pek yadırgamamıştım. Çünkü onlar benim de takdir ettiğim, maddi ve manevi desteklerimi esirgemediğim, hukuk, işletmecilik v.d. tahsilleri yeterli olan kimselerdi. Kadroda çoğunluğu elde ettikten sonra, onların bu potansiyel güçlerini birtakım menfaatler karşılığında, iç ve dış şer güçlerle omuz omuza, kendilerini o makamlara getirenlere karşı, o iyi niyetleri istismar edebilecekleri, aklımın ucundan bile geçmemişti. Meğer ben de çok safmışım!...

 

Yukarıda örnek verdiğim müflis işletmeden farklı bir başka taraf da şu: Bu potansiyel gücün istismar (gerçekte ihanetetmeye başlaması çok erken fark edildi. Tedbir amaçlı tasfiyeler de peyderpey başlatılmıştı. Bu tasfiyeler dahi istismar edilerek, sanki (yıllarca ciddiye bile alınmayan) 2004 MGK tavsiye kararları uygulanıyor feveranıyla, HALK yanıltılmaya çalışıldı. Kısmen dahi olsa yanılanlar oldu. Burada çok net olarak açıklamak istiyorum ki, “bu olaylardan, bu cemaatin %80-90’ı masumdur.” Ancak; böyle bir ihaneti kabullenemedikleri için, inanmak istemiyorlar. Hatalı ve sorumlu olanlar, Bediüzzaman Hz.’nin men etmesine rağmen siyasete bulaşmış olan kesimdir. “Hükümetin hiç mi hatası yok?” ..Diyeceksiniz. Elbette var! Belki de yüzlerce hatasını sayabiliriz. Bir işletmeci olarak, sadece üç iş yerime bunca tecrübelerime rağmen 50-60 kişi içinden titizlikle eleyerek ve seçerek aldığımız elemanlarımızın içinden bile, yüz kızartıcı suçlarla (kameralardan) yakalayarak işten uzaklaştırdığımız kişiler oldu. Onlarca değil, ON BİNLECE personeli olan iktidarın, %1-2’si çürük çıksa, elbette yüzlerce suçlu çıkması (arzu edilmediği halde) pek tabiidir. Onlar da mutlaka cezalarını çekmelidir ve iki cihanda çekeceklerdir…

 

Saygıdeğer dostlarım. Şu dünya misafirhanesinde, her türlü olaylarla sınava tâbî tutuluyoruz.Haklıdan mı, haksızdan mı yana olacağımızdan, gıybet, dedikodu, iftira v.s. gibi vartalara düşüp düşmeyeceğimizden imtihan ediliyoruz. Bu idrak nedeniyle çok dikkat ediyorum. Bu olaylar nedeniyle beni en çok üzen, hatta kahreden bir başka husus var. Bu hassas noktayı arz edebilmek için, çok ibretlik bir kıssa arz edeceğim. Konumuzun CAN ALICI NOKTASI DA buradadır. Yazı biraz uzadı ama önemi nedeniyle, önce kıssayı arz ediyorum:

 

[Velî bir zât devesiyle çölde giderken, yerde susuzluktan kıvranan bir kişiye rast gelir. Hemen devesinden inerek, susuzluktan ölmek üzere olduğunu söyleyen o kişiye, çöl boyunca kendisine yetecek kadar su kırbasını uzatır. İkram edilen suyu içen o kişi son yudumundan sonra, sinsice ve çok hızlı bir hareketle velî zâta sert bir omuz atarak, onu yere yuvarlar. Velî zât neye uğradığını anlayamadan, o kişi deveye binerek oradan uzaklaşmaya başlar. Devesinin çalındığını, kendisinin de enayi yerine konulduğunu anlayan velî zât, o hırsızın arkasında şöyle bağırmaya başlar: “Heey, bir dakika, beni dinler misin?” Hırsız durur, geri döner ve gâlip bir eda ile bakar.

 

-“Evlâdım, tamam, devem de eşyalarım da senin olsun. Ben şu çölde aç-susuz şehid olsam da gam yemem. Fakat senden bir tek istirhamım var. Ne olur BU OLAYI HİÇ KİMSEYE ANLATMA! Tamam mı?...” Hırsız şaşkınlıkla sorar: “Peki, ama niçin?”

 

-“Çünkü bu olayı duyanlar, çölde susuz ve çaresiz kalmışlara, bir daha hiç yardım etmezler. Neticede de İslâm’ın YARDIMLAŞMA PRENSİBİ felce uğrar…” ] Şimdi lütfen dikkat:

Beni kahreden nokta İŞTE BU noktadır: Bu fitne öyle veya böyle aşılacaktır. Hükümet de bir takım yaralar alacak. Erken fark edildiği için tekrar (belki de daha güçlü olarak) toparlanılacak. Cemaatin mâsum kesimi de elbette çok üzülecekler ama telafisi mümkün olmayan yaralar açılacak. Cemaatin siyasete ve hıyanete bulaşmış az bir kesimi, MEŞRÛ bir iktidara karşı, GAYRİMEŞRU ve sinsi bir hareketin içine girdikleri için, cezalarını çekecekler. Belki de bunların bir kısmı pişman olup tövbe edecekler. 28.11.2013 Tarihli köşe yazımdaki bu tespitlerimde KEŞKE yanılmış olsaydım. Keşke “inançlı, dinine bağlı, güvenilir bir cemaatin mensupları v.s.” gibi masum kriterleri tercih edilerek görev verilenler, ŞER GÜÇLERİN PİYONU olmasaydılar. Çünkü, bundan sonra BU ÖNEMLİ KRİTERLER İTİBARINI KABEDECEK ve binlerce masum, inançlı, dinine bağlı, güvenilir bir cemaatin mensuplarına uzun bir zaman asla güvenilmeyecektir. Neticede deİslâm’ın MÜSLÜMANDAN HİÇ KİMSEYE ZARAR GELMEZ prensibi (uzun bir süre)FELCE uğrayacak… Yazık günah değil mi?...

Yazarın Yazıları