Ömer KASAP
  • 01/01/1970 Son günceleme: 06/06/2014 00:11
  • 9.379

Hayatında ‘iz’ bırakmış bir anısını aynı yaşanmışlık heyecanı ile anlatan, anlattıkça tekrar tekrar yaşayan bir ‘ihtiyar’ın, tüm samimiyetiyle özlemini pekiştirdiği, yaşanmışlığa selam gönderen o anonim serzeniş cümlesi; “Nerede o eski günler”

 

Lise yıllarındaki edebiyat derslerinde işittiğim, işitirken ‘yazdırmaya sebep’ ruh haline anlam veremediğim  ve o gün benden binlerce takvim yaprağı  uzaklıktaki   “yaş otuz beş, yolun yarısı eder” şiirinin yine şairin belirttiği gibi  ‘dante’ gibi tam ortasında olmaya birkaç mısra kalmışken, ben de “Nerede o eski günler” ile kıt’a durup selam çakıyorum tüm yaşanmışlıklarıma... 

Şairin hiddetle kavga ettiği aynalarla davalık değilim ben.

Irkçı  hiç değilim, saçlarımın siyahını da seviyorum, beyazını da. Şakaklarımın  beyaza çalan rengi daha bir sevimli bile geliyor. Takvim yapraklarından daha hızlı dökülen saçlarımı değil, zaman içinde tel tel dökülen eş ve dostlarımı özlüyorum. Yüzümde artan çizgiler değil ama, kişilerde bıraktığım ‘çeltik’lere içerliyorum.

Büyümüyoruz artık, yaşlanıyoruz.

Su gibi akan sadece ‘zaman’ değil, buz misali damla damla özümüze çözülüyoruz. Günler  kocca bir yıl içinde uzayıp kısalsa da, ‘hayat’a dair zamana yayılmış planlarımıza ‘ömür’ hep kısa kalıyor. En keyifli, en sıhhatli günlerden koşar adımlarla uzaklaşıyoruz.Tadı damağımızda, tizi kulağımızda kalıyor küçük mutluluklarımızın. Ortalama bir insan ömrüne kaç hasret, kaç vuslat sığar? Kaç tebessüm, kaç hüzün? Ve Kaç cenaze, kaç düğün... 

İnsan eskidikçe, hayalleri de enerjisi de orantılı olarak eskiyor.

Yürümeyi, ayakta durmayı bile ‘düşerek’ öğreten  ‘hayat’, ‘can’ yakmadan ‘bilgi’ vermiyor. Sıcağı yanarak, soğuğu üşüyerek öğrendik her birimiz. Çocukken geçirdiğimiz kızamık, su çiçeği, kaba kulak gibi perde arkasını bilmediğimiz hastalıklarla güçsüz düşerek güçlendik. 

Sadece bir mevsimlik ömrü olan çiçeğe onlarca çeşit renk ve estetik vermekten yüksünmeyen ‘O’ Azze ve Celle, canlılar arasında sadece insanı muhatap aldığı kitabında  ihtar ettiği ‘sonunda bana döndürüleceksiniz’ ayetini gün gün saç tellerimize işliyor.Yeşili beyaza döndürmekle ineği, arıyı, meyveyi ve bitkiyi insana  ‘fayda’  memuru  kılan ‘O’ büyük organizatör, çok değer verdiği insana  biçtiği sırlı ömrü konforla donatmasına rağmen bir o kadar da  sınırlı tutmamış mı?

İş hayatına atılmak için alınması gereken eğitim, barınma, aile kurma gibi  genel yaşam ihtiyaçlarının karşılanması için gerekecek kazanç ve kariyer için zaten ‘ömrü’ yarılamış olmuyor muyuz? Hangimiz hobi olarak çalışıyoruz? Hepimiz, ömrün son çeyreğinde çalışmadan yaşamak, ‘öte’lediğimiz mütevazi konforun küçük dinlentileri için kocca bir ‘hayat’ harcıyoruz.’Para’ kazanmak için sağlığımızı,  sağlımızı kazanmak için ‘para’ harcıyoruz. ‘Hayat’ da, ‘para’ da bizde kalmıyor.

Hepimiz ‘zaman’ fakiriyiz ve babadan oğula, nesilden nesile aktarıyoruz. Vaktimiz yok, hayatımızdaki tüm ‘zaman’ boşlukları alabildiğine dolu. Çocukken babalarımızın, büyükken bizim olmayan ‘zaman’. Kendimize ait bir ‘zaman’ olduğunda da anne ve babalarımız hayatta yada onlarla vakit geçirecek enerjileri olmayacak. Baba, oğul, torun... her biri ayrı ayrı kendi takvim yapraklarının arkasına, kendi ‘hayat’larını yazacak. Ortak öğünlerde, ayrı menüleri ayrı miktarlarda tüketecek. Biri gülecek, biri ağlayacak. Gün her birine aydın olmayacak. Biz çocuklarımız için, onlar kendi çocukları için ‘ömür’ harcayacak. Biri düğüne, biri ölüme hazırlanacak. 

Doğumdan ölüme, aynı yöne konvoy halinde yol alıyoruz. Yolda kalanlar, hararet yapanlar, birbirine çarpıp dokunanlar vs... Her bir kilometrede eksileceğiz birer birer. Tüm  ‘yaşanmışlıklar’ımız silinecek zihnimizden. Eş, dost ve çocuklarlarla birlikte terk edecek tebessümler. Güneş ne aydınlatacak, ne ısıtacak.

Dünya hayatının son ‘zahmet’ dozajı enjekte edilecek zavallı vücutlarımıza...

En özet haliyle bu kadar işte hayat.. Kısa değil mi?

Bence tam kararında...

Hayırlı yolculuklar...

Yazarın Yazıları
Dahası