Denizde 400 yıllık mesai

  • 0
  • 16047
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai
Denizde 400 yıllık mesai

İstanbul'da bugün sadece üç dalyan var. Beykoz ile Filburnu ve Rumelifeneri'ndeki dalyancılar, bu mesleğin İstanbul'daki son temsilcileri.

İstanbul'un Son Dalyanları Dalyancının mesaisi sabahın erken saatlerinde başlıyor. Gün, gözetleme direğindeki gözcünün, balığın dalyana girdiğini gördüğü anla birlikte hareketleniyor. Gözcü, kapanı kaldırıp sürünün havuzdan çıkmasını engelliyor ve tayfalar ağı toplamaya başlıyorlar (ön sayfalar). Rumeli Feneri'ndeki Bağlaraltı Dalyanı'nda tayfalar "hazine"deki balıkları dalyanın kenarına iterek ağ topluyor (üstte). İstanbul dalyanlarında, sezonda ancak birkaç düzine avlanan mırmır, dalyancıların sofrasına konuk oluyor.


En son ne zaman ateşböceği gördünüz?
 
Ben en son Hopa'da gördüğümde sanırım 1980'lerin başıydı. Beykoz'da, bir süredir barınak-depo olarak kullanılan eski bir ilkokulun bahçesinde yanıp sönen ateşböceklerinin yaydığı ışıkla büyülenmiş bir şekilde yürürken, ev sahibim bana döndü ve içini çekerek, "Biz burada sadece iş yapıp para kazanmıyoruz, yüzyıllardır Boğaziçi'nde yapılan geleneksel bir mesleği yaşatıyoruz. Sana bir şey daha söyleyeyim, benden sonra bu dalyanları kuracak kimse yok," dedi. Barınağın önündeki koca kapının arkasında üç yıllık dalyanın yerini belli eden deniz feneri hınzır hınzır yanıp sönüyor. En az iki bin yıllık geçmiş, bugün Çakrazlı Reis, Mustafa Kılınç'ın eline bakıyor ve o da, kimsenin bunun kıymetini bilmediğinden yakınıyor.
 
Mustafa Reis, bildiğim, yaşayan en eski dalyancı İbrahim Menekşe’nin torunu. Menekşe, bugün İstanbul'da sayılan, geçen yüzyılın başından bu yana 52'den üçe düşen bu dalyanlardan birinin, Rumeli Feneri'ndeki Bağlaraltı Dalyanının sahibi. Tevellüt 1913 ama hızına yetişene aşk olsun. Fenerdeki kahvelerden birinde soluklanınca ilişiyoruz yanına, kulağı ağır işitiyor ama sesi gür, anıları da gayet berrak, "Dalyanda orkinos balığını en son 1978'de gördüm, sonra tuttum mu hiç hatırlamıyorum," diyor. Oysa, İstanbul Balıkhanesi Umum Müdürü Karekin Deveciyan, 1915 yılında basılan Türkiye'de Balık ve Balıkçılık adlı kitabında "Bugün orkinosların büyük bölümü Asya kıyılarındaki Tuzburnu (Tuzla), Salistra (Suadiye) ve Fanariki'de (Fenerbahçe) bulunan dalyanlarda yakalanır" diye yazmış. Bugün Marmara'da orkinosun esamisi okunmuyor. Deveciyan'ın kitabında listelediği İstanbul dalyanlarından 49'unun yerinde yeller esiyor. Eskiden dalyanların kurulduğu kıyılarsa kirlilikle boğuşuyor.
 
Neredeyse İstanbul'daki tüm dalyancılar gibi İbrahim Reis de Bartın, Çakrazlı. "İşimi Rumlardan öğrendim. Kerteriz almayı, direk dikmeyi, ağ sarmayı hep onlara borçluyum," diye anlatıyor. Fener'deki dalyanı, oğlu Ekber Menekşe işletiyor. Ama onun ustalık sırları, Filburnu ve Beykoz Dalyanını işleten Mustafa Reiste. Dededen dalyancı 44 yaşındaki reis, ilkokul dördüncü sınıftan beri balıkçılığa sevdalı. "Sandalla ağ atıp, ilk balığı tutup sattığım günden bu yana 35 yıl geçmiş. 1990'da dedemle ortak olup dalyancılığa başladım. O gün bugün dalyancılıktan ekmek yiyorum," diyor. Mustafa Reis, son 20 yılda Marmara Ereğlisi, Büyük Çekmece ve Sarıyer'de dalyan kurmuş.
 
"Yazlıkları yeni giydik. İlk günler soğuk olur o yüzden kışlıklarımızla geliriz. Beykoz'a varınca ilk iş direklerin bakımını, onarımını yaparız. Direkler genelde meşeden olur, 30-40 yıl dayanır ama bakım şart. Sonra ağları tamir ederiz. Çürüyen kısmı atar, yenisini dikeriz. Sonra da Mustafa Reis önderliğinde dalyanı kurmaya başlarız."
 
Dalyancının mesaisi sabah altıda başlıyor. Güçlü bir kahvaltıdan sonra tüm ekip denize çıkıyor. Kurtağzı dalyanı, iki küçük dalyandan oluşuyor. Her iki dalyanda da gözetleme direği var. Kapancı denen kişi, bu direklerin tepesinde gözcülük yapıyor. Balığın dalyana girdiğini gördüğü an, önce kapanı kaldırarak sürünün havuzdan dışarı çıkmasını engelliyor, ardından da olanca kuvvetiyle mavnalarda bekleyen tayfanın ağı toplayıp balığı ellemesi (seçip ayırmak) için "hello maria" diye bağırıyor. "Bu mevsimde daha çok palamutlar, torikler, havyarlı oluyor. Onları da denize atıyoruz. 20 santimden ufak çinakopları da bırakıyoruz." Şıra dalyanının kurulduğu zamanlarda "şırra" diye bağırılıyormuş, bu yeni parolanın isim babası ise Yılmaz Şolt, nam-ı diğer Hans.
 
Hans, Trabzon Akçaabatlı ama platin sarısı saçları ve bıyıklarıyla Bavyera köylülerini andırıyor. Dedeleri 19. yüzyılın sonunda Kafkasya'dan göçmüş. 52 yıldır gurbette balıkçılık yapıyor. Uzun yıllar Akdeniz'de orkinos avcılığı yaptıktan sonra 1990'da yolları Mustafa Reis'le kesişmiş. O günlerden beri birlikte çalışıyorlar. "Mayıs başı önce çaça çıkar dalyandan. Hamsiye benzer bir balık, papalina da denir. İstanbullu bilmez ama Beykozlular bayılır. Yağlı olduğundan lüferin, palamutun yemidir. Sonra gümüş gelir, ardından istavrit, uskumru derken çinakop, sarıkanat, lüfer..."
 
Balıkların Boğaz'ı hangi sırayla geçtiklerini keyifle sayarken, Hans'a ve dalyancılara çoğu gırgırcılardan gelen, "yüklü balıklan avlıyor" eleştirilerini soruyorum. Eleştirileri haksız bulduğunu söylerken öfkeleniyor: "Bu mevsimde daha çok palamutlarla torikler havyarlı oluyor. Onları da denize atıyoruz. 20 santimden ufak çinakopları zaten bırakıyoruz. Biz yasalara uyuyoruz. Zaten üç gün hiç gelmiyorlarsa iki gün belediyeden, Tarım Bakanlığından ekipler teftiş yapıyor. Bütün balıklarımız belgeli. Ama volicilerin, hatta korsan gırgırların tuttuğu balıkları sanki biz yakalamışız gibi bir hava yaratılıyor. Kimse unutmasın, deniz varsa, doğa varsa biz varız," diyor ve vahşi avcılıkta, sürdürülebilir balıkçılığın imkânsız hale geleceğini vurguluyor.
 
Geleneksel balıkçılık olması nedeniyle Beykoz Dalyanı'na destek veren Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Bayram Öztürk de Hans'la aynı görüşte. "Avrupa Birliği, bu tip geleneksel balıkçılığa fon verip destekliyor. UNESCO yok olmak üzere olan bu mesleklere kaynak yaratıyor. Bizde ise bazıları yok olmasını istiyor. Geçen yıl bir dalyanda ortalama 3,8 ton civarında balık avlandı. Yani 70 gün boyunca yakalanan istavrit, gümüş, kefal, lüfer, çinakop, zargana, karagöz, çaçanın toplamı. Buna karşın bir gırgır, bir molada (balığı ağla çevrelemek) 10 tondan fazla balık tutabiliyor."
 
Bayram Öztürk'e de aynı soruyu yöneltiyorum, "Ya havyarlı balıklar?" Yanıtı net: "Eğer dalyanda yumurtalı lüfer, palamut yakalanıyorsa devlet bunu engelleyecek. Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı'nda su ürünleri mühendisleri var. Denetlesinler, zaten denetliyorlar. Eğer yasak boyda ve tipte avlanıyorsa ceza verilsin, ancak hâlâ bu işin erbabı varken dalyancılık desteklenmeli."
 
Mustafa Reis de aynı dertten muzdarip. Bu yılın başında Bulgaristan'dan gelen ortak dalyan kurma teklifini reddeden Kılınç, sınırdaki Rezve Deresinin yanındaki dalyandan söz ediyor."Balık Boğazdan Karadeniz'e çıkıyor, 10 gün sonra o dalyana giriyor. Kimse bir şey demiyor. Bulgaristan'da, Romanya'da onlarca dalyan var, açık denize bile kuruyorlar. Üstelik o dalyanların 500 metre yakınında balık avlamak yasak, yaz-kış. Bizdeyse tam tersi; şimdi bile voliciler, dalyanın hemen ilerisinde ağ atıyorlar."
 
Mustafa Reis, dertli dertli konuşurken uzaktan "hello maria" çağrısı geliyor. Kıyıya konuşlu mavnaya, fotoğrafçı arkadaşım Ayk Kökçüyle beraber adıyorum. Küreksiz, sandal irisi, dalyandan karaya kadar ipleri çeken tayfalar tarafından, sessiz ama olabildiğince hızla dalyana sokuluyor. Kapakçı, balık çıkışını kapadığında, deniz topografyasına uygun olarak çakılan kazıkların yönlendirmesiyle balıklar, -denizcilik tabiriyle- iskele (sol) tarafına ya da sancak (sağ) tarafına yüzüyor. Mavna önce iskeleye yöneliyor. "Asıl asıl", "çek çek", "kap kap"nidalarıyla toplanan ağ, tayfaların ayaklarıyla yeniden denize bırakılıyor. Böylece "hazinedeki balıklar, dalyanın kenarına kadar itiliyor. Bu sırada bir martı, dalyana pike yapıyor, büyükçe bir lüferi kaptığı gibi kaçıyor. Tayfaların "kışt, kışt" sesleriyle kaçırdığı diğer martılar da hırsızın peşine düşüyor. Takip sonuç veriyor, genç hırsızın balığı midesine indirmekte geç kalması üzerine, bir diğeri Boğazın kraliçesini kapıyor!
 
Yeşil tulumlu, san çizmeli adamlar, ağları sardıkça "çocuklar" da ortaya çıkıyor. En küçüğü yaklaşık 24 santim boyunda lüfergiller ağda, birkaç tane de zargana ve bir kefal. Tayfa, kefali denize salıyor. Yaşama izni verilen kıyı kefali, kanalizasyondan da beslendiği için tutulmuyor. Ama kanal kefali ya da Rus kefali yakalandığında onun akıbeti, uzak akrabasından farklı oluyor. Doğru balıkhaneye... Tayfa, balıkları kasaya yerleştirdikten sonra yine iplerle mavnayı geri döndürerek bu kez sancaktaki ağı toplamaya başlıyor. Tepede zor görünen iplere dikkat etmek gerek, hele bizim gibi dalyan acemileri için! Çünkü o karambolde iplere takılıp, denize ya da mavnanın içine düşmek işten bile değil! Ekip şefi Birol Yıldız, amcula ya da pırtı olarak adlandırdıkları denizanasından şikayetçi. "Yosun ve çamurla birlikte ağı kirletiyorlar. Son dönemde o kadar arttı ki, şaşarsın. Eskiden ağları 15 günde bir değiştirirken şimdilerde haftada bir yeni ağ geriyoruz." Bu sırada bir çinakop, fişek gibi önümüzden geçiyor, ancak kaçacak yeri yok. Derken Birol reis, motorcu Yusuf Demire sesleniyor, "Marka tabancasını getir."
 
Bunun anlamı şu; ağda palamut ya da torik var. Çinakopların arasında iki torik, ağdan kaçmak için kuyruk vuruyor. Hızla ağdan çıkarılıp ölçülüyor, marka vuruluyor ve denize salmıyorlar.
TÜDAV ve Metronun "Palamutlar Nerede?" kampanyası çerçevesinde markalanan 4 bin 500 balık, üç yıl boyunca çevre ülkelerde izlemeye alınacak. Projenin sonunda yüzde 3 geribildirim bekleniyor. Biri 45, diğeri 47 santim boyundaki iki palamut mayıs başından beri dalyana giren 44 ve 45. palamut olarak kaydediliyor. (Temmuz ayı ortasında bu rakam 154 e ulaştı.)
 
Gün boyu direkte bekleyen Kapakçı Mustafa, laf atıyor, "Emmoğları hoş geldiniz. İri değil mi ha palamutlar?" Tünediği direkte, zulasındaki sudan bir yudum alırken, güneş gözlüklerinin ardından bana gülümseyen yalnız bir kurt. Diğer kapancılar, dört saatte bir değişirken -öğle yemeğini saymazsak- o hava kararana dek direğin tepesinde. "Sıkılmıyor musun?" diye sorunca, bir kahkaha daha koy veriyor, "Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Hayal kuruyorum, bazen zengin bir adam oluyorum, bazen gezgin bir maceracı. Arada da türkü çığırıyorum, değmeyin keyfime." Gün boyu iki dalyan arasında mekik dokuyan motorcu Yusuf atılıyor. "Abi en zoru onun işi, biz güneş olunca gölgeye kaçıyoruz, yağmur yağınca sipere giriyoruz. Mustafa abi gün boyu orada." Geri dönmeden önce gözüm, yırtılmış ağa gözlerini diken Birol Reise takılıyor. "Komple bir denizci olacaksan ağ tamirini de yapacaksın" diyor.
 
Saatli Maarif takvimine göre, Ülker Fırtınası başladığı için iki gündür sular yüksek. Dolayısıyla pek av yapılamıyordu. Ancak bu kez elleme bereketli. Beş kasayla sahile dönüyoruz. Tayfa keyifli. Bir buçuk ay sonra baba olacak Muhammed Topuz, dalyancı olmaktan memnun."2006'da geldim, bir de şimdi. Arada Romanya'ya kalkan avına gitmiştim." Karadeniz'de kalkan avı tehlikeli, diyecek oluyorum, "Yok, sadece bir kez Rumenler gemiyi tarayıp hatırdılar! Uluslararası sulardaydık. Allahtan sahil güvenlik yetişti de, bizi kurtardı" diyor.
 
Tayfa, kıyıda yolumuzu gözleyen birini gösteriyor. Bir sarışın afet, adı Pati. Geçen yıl Beykoz sahilinde bulmuş, sütle beslemişler. Pati toparlanınca dalyanın yanındaki bahçeyi mesken tutmuş, şimdi iki tane yavrusu var. Dalyancıların attığı gümüş balıklarını yavrularına götürüyor. Kabul etmek gerekir ki deniz herkesin rızkını veriyor. Verecek de... Ona sadık kaldığımız ve saygı gösterdiğimiz sürece!
 
Haber Merkezi
Beykoz'un Lideri Dost Beykoz 10. Yılını Kutladı
Önceki Beykoz'un Lideri Dost Beykoz 10. Yılını Kutladı
Müslüm Gürses'in duyulmamış şarkıları Beykoz'da tanıtıldı
Sonraki Müslüm Gürses'in duyulmamış şarkıları Beykoz'da tanıtıldı